14-02-2017, 11:49 AM
İstanbul'da toplu taşıma araçlarını kullananların menhus kaderidir bu ses. Akbil boş olunca, karnı acıkmış bir çocuk gibi, böyle yaygara çıkartır işte: "Ben boşum, ben boşum." Ama daha ziyade "Paran bitmiş, paran bitmiş" der gibidir. O an sanki oradaki herkes size bakıyor, sizi kınıyordur: "Şuna bak, yola çıkmış güya, iki kuruşluk akbil yükletememiş." Kalan kontörünüzü ne kadar takip ederseniz edin, bu "akıllı" bilet size hatırlatmayı önceden yapmaz, haindir. Hafızanız da gün içinde hatırlayacak çok daha önemli şeyleri olduğu için size ihanet eder. Sonuçta hayatın koşuşturmacası arasında bu sesi duymak kaçınılmaz bir yazgı haline gelir. Bu sesi sevene, şu ana kadar pek rastlanmamıştır. Ama tabii her zaman istisnalar bulunur…
Dı dı dın dı dı dın…
Berrak, seviyordu bu sesi. Çok sevimsiz bir ses, adeta bir böğürtü. Ama seviyordu işte. Bir arkadaşına itiraf etmişti bunu. "Belki de," demişti, "bana kalbimin boşluğunu hatırlatıyor ve aslında kalbimin boş olmasından hoşlanıyorum." Büyük şehir onun geldiği yere benzemiyordu. Burada insana kendini unutturacak bir sürü sorun, bir sürü uğraş vardı. Bu sesi, duyduğunda kim olduğunu, aslında ne kadar yalnız olduğunu hatırlıyordu. "Bu sensin, bu sensin." Ve dediği gibi bunu hatırlamaktan da memnun oluyordu.
Muavine parayı ödedikten sonra arkaya doğru ilerlemeye başladı. Bir çift, sarmaş dolaş oturmuş, gözleri birbirlerinin gözlerine kilitlenmişti. Berrak, "Canlı bombayım, bu otobüsü havaya uçuracağım," dese umurlarında olmayacaktı. Duyamasa da aralarında birtakım vıcık vıcık aşk sözcüklerinin geçtiğinden emindi. "İğrenç," diye geçirdi içinden. Oldum olası nefret etmişti romantizmden. Erkek kıza avına yaklaşır gibi iltifatlar edecek, hatta kızı belki hediyelere de boğacaktı. Kızsa nazlı bir ceylan gibi erkeğe kapılıp gidecekti. Erkek de davranışını yüz seksen derece değiştirecek, tek rakibi Berrak'ın memleketindeki tarlaları süren öküzler olan bir garabete dönüşecekti.
"Hanfendi, ilerlesene arkaya!"
Berrak kendine geldi. Çifte kumrulara dalıp gitmişti. Halbuki o sırada yeni duraktan akın akın otobüse binen insanlar içeri sığışabilmek için insan üstü bir çaba sarf ediyorlardı. Berrak birkaç adım sağa kaydı. Gidebileceği yer ancak o kadardı.
"Arkası bomboş."
"Neresi boş kardeşim? Üstüne mi çıkalım insanların?"
"Kaptan orta kapıyı kapatsana."
"Eveeet, ortadan ve arkadan binenler ücretlerini uzatsınlar."
Berrak orta kapıdan gelen akbil ve bozuk para yığınını avuçlayıp solundaki adama uzattı. O sırada iki eli de hiçbir yere tutunmuyordu, zaten o kalabalıkta düşmesi imkânsızdı. Aynı, teneke kutu içindeki sardalyalar gibiydiler. Biraz daha yer olsa, insanlar ona bu kadar yapışmasa… Arkadaki amcanın pörsümüş poposu, sağ tarafında kapının yanındaki demire can simidiymişçesine yapışmış kadının Diyarbakır karpuzu büyüklüğündeki memeleri ona değmese…
Levent durağında, metroyla gideceklerin inmesiyle otobüs derin bir nefes aldı. Berrak boşalan koridorda arka kapının oldukça yakınına kadar ilerledi. Oturanlardan bir adam yüzünü birden Berrak'ın yüzüne yaklaştırdı. Sevgilisi olsa öperdi, o kadar yakındı. Berrak tiksinerek geri çekildi. Sonra dikkat etti ki adam herkese, her şeye öyle yakından bakıyordu. Yanındaki adamın okuduğu kâğıt parçasına yapışacak gibiydi. Berrak belli belirsiz gülümsedi. Adamın halleri komiğine gitmişti. "Mahsus mu yakın gözlüğü takmıyor?" diye düşünmeden de edemedi. Sonra da adamı rahatsız etmemek için gözlerini pencereye çevirdi, dışarıyı seyretmeye koyuldu.
Yoğun bir trafik olmadığı için otobüsün Kabataş'a varması uzun sürmedi. Berrak o zamana dek Kabataş'ta pek takılmamıştı, tramvaya binmek için geldiği sayısız kereler dışında. Bugün hava sanki her zamankinden daha güzeldi. Parçalı bulutların arasından sızan adı gibi berrak güneş serin bir esintiyle dengeleniyordu. Yağmur veya kar olmadığında İstanbul'un kışlarını seviyordu Berrak. Acelesi olmadığı için bu sefer buraların tadını çıkartmaya karar verdi. İskelenin yakınlarında bir kenarda ayakta durarak denizi seyretti. Son zamanlarda bulaşıcı hastalık gibi herkese sirayet eden depresif ruh halini, yaşamaya olan ilgisizliği bir türlü çözemiyordu. Sadece bu manzara bile şu dünyaya gelmiş olmayı anlamlı kılıyordu.
Berrak manzaraya bakakalmışken garip bir sesle kendine geldi. "Büyük şehirde dalıp gitmeye de hakkımız yok," dedi kendine, bir rüyadan uyanırcasına. Çöp toplayan bir çingene çocuğu kendi kendine bağırıyordu. Berrak, çocuğun ne demeye çalıştığını anlamak için kulak kesildi. Çocuk bir şey demiyordu, en azından anlamlı bir şeyler değildi ağzından çıkanlar. Martının teki dalga geçen bir kahkahaya benzer şekilde ötüyor, çocuk da ardından tekrar ediyordu. Köpeğin teki havlıyor, ardından o da havlıyordu, köpek bir daha havlıyordu. Çingeneler Zamanı'ndaki Perhan'ı hatırladı. O da hindisine "gulu gulu gulu" yapınca hindi evcil bir hayvan misali karşılık veriyordu. Berrak hoşnutlukla gülümsedi. Bir an için hayvanlarla konuşabildiğini hayal etti, ama hangi hayvanla ne konuşurdu bilemedi.
Manzaranın büyüsünden hazır çıkmışken tramvaya yöneldi. Eminönü'nden alışveriş yapacaktı. Orada diğer yerlerden daha ucuzdu pek çok şey. Ee, öğrenci insanın da çar çur edecek pek parası olmazdı zaten. Jeton alıp beş dakikada bir kalkan tramvaylardan birine atladı. Gariptir ki İstanbul'da otobüs, tramvay gibi vasıtaların sayısı çoğaltıldıkça azalması gereken birim yolcu sayısı artıyordu. Yağmur yağdığı anda kilitlenen trafiği de çözememişti Berrak. İstanbul'a fazla kafa yormaya başladığını fark etti. "Gereksiz, başka şeyler düşünmem gerek," diye aklından geçirdi.
Eminönü'nde her zamanki gibi insan seli akıyordu. Yeni Cami, önündeki güvercinlerden, Mısır Çarşısı'nın önü de insanlardan görülmez haldeydi. Berrak Mısır Çarşısı'nın yanındaki sokağa daldı.
"Gel abla geeel!"
"Buradan araba geçer mi? El insaf…"
"Anneeee bana bebek aaaal!"
"Çocuğum bırakma elimi. Kaybolacaksın sonra."
Her kafadan bir ses… Her şeyin fotoğrafını çekmeye çalışırken yolun ortasında durup yaya trafiğini felç eden turistler… Karısı üç metre arkasından yürüyen sakallı adamlar… Bir türlü atlatılamayan krizde mallarını satmaya çabalayan esnaf… Ev arkadaşlarıyla alışverişe çıkmış gençler… Ama görünüşü, işi, inancı ne olursa olsun herkeste bir acele… Berrak'ın acelesi olmamasına rağmen buradan sağ salim çıkabilmesi için acele etmesi, adımlarını sıklaştırması, hızlı hareket etmesi gerekliydi.
Berrak'ın ihtiyaçları aklında belliydi. Onları alıp aynı sokaktan geri dönecekti. İlk olarak bavul satan bir dükkânın önünde durdu. Etrafına dalgın dalgın bakınan satıcıya seslendi:
"Affedersiniz, en büyük bavulunuzun boyutları ne kadar?"
"Bakın şu kırmızı bavulun yanında duran."
"Hımm. En büyüğü bu yani… İçine bakabilir miyim?"
"Tabii ki. Büyük cebinin dışında yanlarında iki küçük cebi de var. Hem de tekerlekli. Seyahat için düşünüyorsanız ideal."
"Evet, idealmiş."
Berrak, bavulun fiyatını sordu. Umduğundan biraz pahalıydı. Pazarlık yaptı, ama adam tek kuruş inmedi. Berrak razı olup bavulu aldı. Bir sonraki durağı birkaç dükkân sonraki nalburdu. Berrak dışarıdaki malları şöyle bir gözden geçirip uzunca bir ipi eline aldı ve içeri girdi.
"Bu ipin daha uzunu var mı?"
"Var abla. Buyur."
"Sağlam mıdır peki?"
"Sağlam olmaz mı abla? Salıncak yapsan beni bile taşır."
Satıcı kocaman göbeğini titrete titrete güldü. Berrak da gülümsedi.
"Alayım o zaman."
Son bir yere daha uğrayacaktı: Nalburun karşı hizasında, gerideki bıçakçıya. Bıçakçının başı biraz kalabalıktı. Berrak beklemek durumunda kaldı.
"Merhaba hanfendi. Kusura bakmayın, kararsız bir müşteri işte, n'aparsınız… Ne bakmıştınız?"
"Merhaba. Şöyle iyi kesen, büyükçe bir bıçak varsa…"
"Kurban Bayramı yakın tabii."
"Öyle."
"Satır vereyim?"
"Yok yok, satır ağır."
Satıcı, Berrak'ın bileklerine baktı. O kadar ince bileklerle bu kızcağızın satır kullanamayacağına kanaat getirdi.
"Şu bıçağı vereyim size. Hem rahat tutarsınız hem de keskin. Kemik bile keser."
"İyiymiş. Onu alayım ben."
Berrak iple bıçağı bavulun içine koydu. Sonra da tramvaya yürüdü. Akbilini hâlâ yüklemediği için jeton aldı. Kabataş'ta indi. Beşiktaş'taki bir arkadaşının evine uğrayacaktı. Beşiktaş'a yayan gitmeye karar verdi. Bavulla kıyı şeridinden yürüdü bir süre.
Bu arkadaşının evine daha önce uğramamıştı. Onunla okulda çok görüşmüşlerdi. Messenger 'dan bir ara laf arasında adresini öğrenmişti, ama onu ziyaret etmek bir türlü kısmet olmamıştı. Adres adı gibi aklındaydı, lafı epey önce geçmesine rağmen. Sokaklardan sanki daha önce defalarca geçmişçesine yürüyüp gidiyordu. Tahminlerine göre arkadaşı bu saatte evindeydi. Şansını denemeye değerdi. Arkadaşının telefonu onda yoktu. Gerçi olsa da aramayacaktı zaten, çat kapı gidecekti yine.
"İşte, apartman bu olmalı. Dairesi neydi, neydi? Beş, yedi… Yanlış bir zile basmasam bari."
Yedi numaralı zile bastı. Boru gibi bir erkek sesi "Kim o?"dedi. Tam isabet!
"Cihan, benim."
Cihan kim olduğunu sormamıştı, ama sesini muhtemelen tanımamıştı da. Kapıyı çalan bir kız olduktan sonra… Cihan, aynı Cihan…
Berrak asansörle ikinci kata çıktı. Cihan kapıyı açmış, davetsiz misafirini bekliyordu. Berrak'ı karşısında görünce ilk başta donakaldı, ne söyleyeceğini bilemedi.
"Merhaba Cihan."
"Merhaba Berrak. Hayırdır?"
"Konuşmaya geldim."
"Altı ay önce konuşmuştuk sanki."
"Hâlâ cevabını bulamadığım sorular var aklımda."
"İyi bari, içeri gel de cevaplayayım. Kız arkadaşım gelebilir. Fazla uzatmazsan sevinirim."
Cihan, Berrak'a bakıp "Ne acınası kız, bana musallat olması da cabası," diye düşünüyor olmalıydı. Halbuki acınacak olan kendisiydi. Berrak'la tam bir sene samimi muhabbetler kurmuştu. Üniversite civarında onu yemeğe çıkarmıştı. Ona yeşil ışık yakmıştı. Normalde erkeklere pek yaklaşmayan Berrak'ın içindeki buzları eritmişti. Berrak, Cihan'a âşık olmuş, onunla konuşmak ve görüşmek için fırsat kollar hale gelmişti. Ta ki bir gün biraz alkol alan Cihan, Messenger'da eski kız arkadaşları ve o sıradaki kız arkadaşıyla yaptıklarını Berrak'a anlatana kadar. Berrak, ne kadar bozulduğunu belli etmemişti. Cihan daha sonra ayık kafayla da Berrak'a sevgilisinden bahsetmişti. Berrak'ı yakın bir arkadaşı olarak çok sevdiğini de eklemeyi ihmal etmemişti.
"Sor bakalım."
"Neden?"
"Ne neden? Benimle açık konuşur musun?"
"Neden kız arkadaşın olduğu halde bana ümit verdin?"
"Ohoo, kızım sen hâlâ orda mısın?"
"Evet, hâlâ oradayım."
"Ya bak, çok güzel ve saf bir kızsın. Ben sana layık değilim."
"Bir tavuk kadar cesaretim yok desene şuna."
"Ayıp oluyor ama… Duyan da bulunmaz Hint kumaşısın zannedecek. Sana dökeceğim dillerin yarısını bile dökmeden kız koynuma girdi. Tamam mı, rahatladın mı?"
Berrak sakin sakin oturuyordu.
"Kız arkadaşın varken benimle irtibat kurmaya niye uğraştın o zaman?"
Cihan'ın rengi kaçtı.
"Birer bardak bitki çayı getireceğim. Sana karşı dürüst olacağım. Sen de "cevaplarını' almış olmanın rahatlığıyla gidecek ve bir daha da benimle görüşmeyeceksin. Anlaştık mı?"
"Anlaştık."
Cihan biraz önce oturdukları koltuktan kalkıp mutfağa geçti. Su ısıtıcısına su doldururken arkasından ona sessizce yaklaşan Berrak'ı fark etmedi. Berrak, ipi Cihan'ın boynuna geçirip hızla sıktı. Olay çok ani gerçekleştiği için Cihan, kuvvetini kullanmaya fırsat bulamamıştı. Biraz çırpındıktan sonra su ısıtıcısıyla birlikte yere düştü. Berrak, Cihan'ın hayatta olup olmadığını bilemedi. Boynundan "çıt" diye bir ses gelmişti gerçi, yere düşerken yaptığı ters hareket sonucunda.
"Seni daha fazla dinleyecek değilim. Sen, hayatıma çöken bir karabasansın. Bense bu kâbustan uyanmaya kararlıyım."
Berrak, salondaki kilimlerden birini mutfağa getirmişti.
"Senin bıçakların iyi keser mi bilemedim. O yüzden kendi bıçağımı kendim getirdim." Cihan'ın bunları duyuyor olmasını umuyordu.
"Demek küçük Cihan'ın sözünü dinledin… Bakalım o olmadan ne yapabileceksin?"
Berrak, ellerine geçenlerde marketten aldığı on tanesi 1 lira olan cerrah eldivenlerinden geçirdi.
"O iğrenç uzvunu çıplak ellerimle tutacağımı düşünmedin herhalde."
Berrak, yeni aldığı keskin bıçağıyla Cihan'ın erkeklik uzvunu kolayca kesti. Kanların etrafa fışkırmaması için kilimi Cihan'ın vücuduna bastırdı. Uzvun açık ucunu da eldiven paketindeki diğer eldivenlerden geçirerek tıkadı. Kilim çoktan kıpkırmızı olmuştu. "Acemi olmama rağmen iyi iş çıkarttım," diye düşündü. Bir süre Cihan'ın bedenine bakakaldı. Kız arkadaşını terk edebilirdi… Berrak'ın olabilirdi… Ama o, yine de o kızı tercih etti. Berrak ise bir erkeğe karşı ilk defa hissettiği çok özel duygularla ortada kalmıştı. Berrak altı ay boyunca Cihan'ı kafasından atmaya çalışmıştı, ama bir türlü becerememişti. İyice kana bulanan kilimi görünce kendine geldi. Fazla vakit kaybetmemeliydi.
Uzvu bir naylon torbaya itinayla sardı. Bıçağı lavaboda iyice temizledi. İp dahil her şeyi bavula yerleştirdi. Kapıyı ardından sessizce kapattı. Ana yola hemen çıkmadı, ara sokaklarda biraz dolaştı. Yeterince güvenli olduğuna inandığı bir mesafede uzvu, bir köpeğin önüne bıraktı. Çok geçmeden bu öğüne başka köpekler de ortak olmuştu. Eldivenleri ve naylon torbayı bir çöpe, bıçakla ipi de başka bir çöpe attı. Bavulunu yanına alarak ana yola yürüdü. Bayram tatili uzundu, memleketinde kalacaktı. Haliyle bavul da ona lazımdı eşya koymak için.
Durakta pek fazla beklemesine gerek kalmadı. Otobüsü kısa sürede geldi. Her şey ne kadar da yolunda gidiyordu. Kendini kuşlar kadar hafif hissediyordu. Hava da uzun zamandır olmadığı kadar güzeldi.
Dı dı dın dı dı dın…
Berrak gülümsedi. Akbil'i boştu, aynı kalbi gibi. Ve Berrak'ın onu doldurmaya hiç mi hiç niyeti yoktu.
~~~
Sayı: 35, Yayın tarihi: 01/03/2009
Yazar: Tuğçe Ayteş
kaynak: http://mavimelek.com/bos_akbil.htm
Dı dı dın dı dı dın…
Berrak, seviyordu bu sesi. Çok sevimsiz bir ses, adeta bir böğürtü. Ama seviyordu işte. Bir arkadaşına itiraf etmişti bunu. "Belki de," demişti, "bana kalbimin boşluğunu hatırlatıyor ve aslında kalbimin boş olmasından hoşlanıyorum." Büyük şehir onun geldiği yere benzemiyordu. Burada insana kendini unutturacak bir sürü sorun, bir sürü uğraş vardı. Bu sesi, duyduğunda kim olduğunu, aslında ne kadar yalnız olduğunu hatırlıyordu. "Bu sensin, bu sensin." Ve dediği gibi bunu hatırlamaktan da memnun oluyordu.
Muavine parayı ödedikten sonra arkaya doğru ilerlemeye başladı. Bir çift, sarmaş dolaş oturmuş, gözleri birbirlerinin gözlerine kilitlenmişti. Berrak, "Canlı bombayım, bu otobüsü havaya uçuracağım," dese umurlarında olmayacaktı. Duyamasa da aralarında birtakım vıcık vıcık aşk sözcüklerinin geçtiğinden emindi. "İğrenç," diye geçirdi içinden. Oldum olası nefret etmişti romantizmden. Erkek kıza avına yaklaşır gibi iltifatlar edecek, hatta kızı belki hediyelere de boğacaktı. Kızsa nazlı bir ceylan gibi erkeğe kapılıp gidecekti. Erkek de davranışını yüz seksen derece değiştirecek, tek rakibi Berrak'ın memleketindeki tarlaları süren öküzler olan bir garabete dönüşecekti.
"Hanfendi, ilerlesene arkaya!"
Berrak kendine geldi. Çifte kumrulara dalıp gitmişti. Halbuki o sırada yeni duraktan akın akın otobüse binen insanlar içeri sığışabilmek için insan üstü bir çaba sarf ediyorlardı. Berrak birkaç adım sağa kaydı. Gidebileceği yer ancak o kadardı.
"Arkası bomboş."
"Neresi boş kardeşim? Üstüne mi çıkalım insanların?"
"Kaptan orta kapıyı kapatsana."
"Eveeet, ortadan ve arkadan binenler ücretlerini uzatsınlar."
Berrak orta kapıdan gelen akbil ve bozuk para yığınını avuçlayıp solundaki adama uzattı. O sırada iki eli de hiçbir yere tutunmuyordu, zaten o kalabalıkta düşmesi imkânsızdı. Aynı, teneke kutu içindeki sardalyalar gibiydiler. Biraz daha yer olsa, insanlar ona bu kadar yapışmasa… Arkadaki amcanın pörsümüş poposu, sağ tarafında kapının yanındaki demire can simidiymişçesine yapışmış kadının Diyarbakır karpuzu büyüklüğündeki memeleri ona değmese…
Levent durağında, metroyla gideceklerin inmesiyle otobüs derin bir nefes aldı. Berrak boşalan koridorda arka kapının oldukça yakınına kadar ilerledi. Oturanlardan bir adam yüzünü birden Berrak'ın yüzüne yaklaştırdı. Sevgilisi olsa öperdi, o kadar yakındı. Berrak tiksinerek geri çekildi. Sonra dikkat etti ki adam herkese, her şeye öyle yakından bakıyordu. Yanındaki adamın okuduğu kâğıt parçasına yapışacak gibiydi. Berrak belli belirsiz gülümsedi. Adamın halleri komiğine gitmişti. "Mahsus mu yakın gözlüğü takmıyor?" diye düşünmeden de edemedi. Sonra da adamı rahatsız etmemek için gözlerini pencereye çevirdi, dışarıyı seyretmeye koyuldu.
Yoğun bir trafik olmadığı için otobüsün Kabataş'a varması uzun sürmedi. Berrak o zamana dek Kabataş'ta pek takılmamıştı, tramvaya binmek için geldiği sayısız kereler dışında. Bugün hava sanki her zamankinden daha güzeldi. Parçalı bulutların arasından sızan adı gibi berrak güneş serin bir esintiyle dengeleniyordu. Yağmur veya kar olmadığında İstanbul'un kışlarını seviyordu Berrak. Acelesi olmadığı için bu sefer buraların tadını çıkartmaya karar verdi. İskelenin yakınlarında bir kenarda ayakta durarak denizi seyretti. Son zamanlarda bulaşıcı hastalık gibi herkese sirayet eden depresif ruh halini, yaşamaya olan ilgisizliği bir türlü çözemiyordu. Sadece bu manzara bile şu dünyaya gelmiş olmayı anlamlı kılıyordu.
Berrak manzaraya bakakalmışken garip bir sesle kendine geldi. "Büyük şehirde dalıp gitmeye de hakkımız yok," dedi kendine, bir rüyadan uyanırcasına. Çöp toplayan bir çingene çocuğu kendi kendine bağırıyordu. Berrak, çocuğun ne demeye çalıştığını anlamak için kulak kesildi. Çocuk bir şey demiyordu, en azından anlamlı bir şeyler değildi ağzından çıkanlar. Martının teki dalga geçen bir kahkahaya benzer şekilde ötüyor, çocuk da ardından tekrar ediyordu. Köpeğin teki havlıyor, ardından o da havlıyordu, köpek bir daha havlıyordu. Çingeneler Zamanı'ndaki Perhan'ı hatırladı. O da hindisine "gulu gulu gulu" yapınca hindi evcil bir hayvan misali karşılık veriyordu. Berrak hoşnutlukla gülümsedi. Bir an için hayvanlarla konuşabildiğini hayal etti, ama hangi hayvanla ne konuşurdu bilemedi.
Manzaranın büyüsünden hazır çıkmışken tramvaya yöneldi. Eminönü'nden alışveriş yapacaktı. Orada diğer yerlerden daha ucuzdu pek çok şey. Ee, öğrenci insanın da çar çur edecek pek parası olmazdı zaten. Jeton alıp beş dakikada bir kalkan tramvaylardan birine atladı. Gariptir ki İstanbul'da otobüs, tramvay gibi vasıtaların sayısı çoğaltıldıkça azalması gereken birim yolcu sayısı artıyordu. Yağmur yağdığı anda kilitlenen trafiği de çözememişti Berrak. İstanbul'a fazla kafa yormaya başladığını fark etti. "Gereksiz, başka şeyler düşünmem gerek," diye aklından geçirdi.
Eminönü'nde her zamanki gibi insan seli akıyordu. Yeni Cami, önündeki güvercinlerden, Mısır Çarşısı'nın önü de insanlardan görülmez haldeydi. Berrak Mısır Çarşısı'nın yanındaki sokağa daldı.
"Gel abla geeel!"
"Buradan araba geçer mi? El insaf…"
"Anneeee bana bebek aaaal!"
"Çocuğum bırakma elimi. Kaybolacaksın sonra."
Her kafadan bir ses… Her şeyin fotoğrafını çekmeye çalışırken yolun ortasında durup yaya trafiğini felç eden turistler… Karısı üç metre arkasından yürüyen sakallı adamlar… Bir türlü atlatılamayan krizde mallarını satmaya çabalayan esnaf… Ev arkadaşlarıyla alışverişe çıkmış gençler… Ama görünüşü, işi, inancı ne olursa olsun herkeste bir acele… Berrak'ın acelesi olmamasına rağmen buradan sağ salim çıkabilmesi için acele etmesi, adımlarını sıklaştırması, hızlı hareket etmesi gerekliydi.
Berrak'ın ihtiyaçları aklında belliydi. Onları alıp aynı sokaktan geri dönecekti. İlk olarak bavul satan bir dükkânın önünde durdu. Etrafına dalgın dalgın bakınan satıcıya seslendi:
"Affedersiniz, en büyük bavulunuzun boyutları ne kadar?"
"Bakın şu kırmızı bavulun yanında duran."
"Hımm. En büyüğü bu yani… İçine bakabilir miyim?"
"Tabii ki. Büyük cebinin dışında yanlarında iki küçük cebi de var. Hem de tekerlekli. Seyahat için düşünüyorsanız ideal."
"Evet, idealmiş."
Berrak, bavulun fiyatını sordu. Umduğundan biraz pahalıydı. Pazarlık yaptı, ama adam tek kuruş inmedi. Berrak razı olup bavulu aldı. Bir sonraki durağı birkaç dükkân sonraki nalburdu. Berrak dışarıdaki malları şöyle bir gözden geçirip uzunca bir ipi eline aldı ve içeri girdi.
"Bu ipin daha uzunu var mı?"
"Var abla. Buyur."
"Sağlam mıdır peki?"
"Sağlam olmaz mı abla? Salıncak yapsan beni bile taşır."
Satıcı kocaman göbeğini titrete titrete güldü. Berrak da gülümsedi.
"Alayım o zaman."
Son bir yere daha uğrayacaktı: Nalburun karşı hizasında, gerideki bıçakçıya. Bıçakçının başı biraz kalabalıktı. Berrak beklemek durumunda kaldı.
"Merhaba hanfendi. Kusura bakmayın, kararsız bir müşteri işte, n'aparsınız… Ne bakmıştınız?"
"Merhaba. Şöyle iyi kesen, büyükçe bir bıçak varsa…"
"Kurban Bayramı yakın tabii."
"Öyle."
"Satır vereyim?"
"Yok yok, satır ağır."
Satıcı, Berrak'ın bileklerine baktı. O kadar ince bileklerle bu kızcağızın satır kullanamayacağına kanaat getirdi.
"Şu bıçağı vereyim size. Hem rahat tutarsınız hem de keskin. Kemik bile keser."
"İyiymiş. Onu alayım ben."
Berrak iple bıçağı bavulun içine koydu. Sonra da tramvaya yürüdü. Akbilini hâlâ yüklemediği için jeton aldı. Kabataş'ta indi. Beşiktaş'taki bir arkadaşının evine uğrayacaktı. Beşiktaş'a yayan gitmeye karar verdi. Bavulla kıyı şeridinden yürüdü bir süre.
Bu arkadaşının evine daha önce uğramamıştı. Onunla okulda çok görüşmüşlerdi. Messenger 'dan bir ara laf arasında adresini öğrenmişti, ama onu ziyaret etmek bir türlü kısmet olmamıştı. Adres adı gibi aklındaydı, lafı epey önce geçmesine rağmen. Sokaklardan sanki daha önce defalarca geçmişçesine yürüyüp gidiyordu. Tahminlerine göre arkadaşı bu saatte evindeydi. Şansını denemeye değerdi. Arkadaşının telefonu onda yoktu. Gerçi olsa da aramayacaktı zaten, çat kapı gidecekti yine.
"İşte, apartman bu olmalı. Dairesi neydi, neydi? Beş, yedi… Yanlış bir zile basmasam bari."
Yedi numaralı zile bastı. Boru gibi bir erkek sesi "Kim o?"dedi. Tam isabet!
"Cihan, benim."
Cihan kim olduğunu sormamıştı, ama sesini muhtemelen tanımamıştı da. Kapıyı çalan bir kız olduktan sonra… Cihan, aynı Cihan…
Berrak asansörle ikinci kata çıktı. Cihan kapıyı açmış, davetsiz misafirini bekliyordu. Berrak'ı karşısında görünce ilk başta donakaldı, ne söyleyeceğini bilemedi.
"Merhaba Cihan."
"Merhaba Berrak. Hayırdır?"
"Konuşmaya geldim."
"Altı ay önce konuşmuştuk sanki."
"Hâlâ cevabını bulamadığım sorular var aklımda."
"İyi bari, içeri gel de cevaplayayım. Kız arkadaşım gelebilir. Fazla uzatmazsan sevinirim."
Cihan, Berrak'a bakıp "Ne acınası kız, bana musallat olması da cabası," diye düşünüyor olmalıydı. Halbuki acınacak olan kendisiydi. Berrak'la tam bir sene samimi muhabbetler kurmuştu. Üniversite civarında onu yemeğe çıkarmıştı. Ona yeşil ışık yakmıştı. Normalde erkeklere pek yaklaşmayan Berrak'ın içindeki buzları eritmişti. Berrak, Cihan'a âşık olmuş, onunla konuşmak ve görüşmek için fırsat kollar hale gelmişti. Ta ki bir gün biraz alkol alan Cihan, Messenger'da eski kız arkadaşları ve o sıradaki kız arkadaşıyla yaptıklarını Berrak'a anlatana kadar. Berrak, ne kadar bozulduğunu belli etmemişti. Cihan daha sonra ayık kafayla da Berrak'a sevgilisinden bahsetmişti. Berrak'ı yakın bir arkadaşı olarak çok sevdiğini de eklemeyi ihmal etmemişti.
"Sor bakalım."
"Neden?"
"Ne neden? Benimle açık konuşur musun?"
"Neden kız arkadaşın olduğu halde bana ümit verdin?"
"Ohoo, kızım sen hâlâ orda mısın?"
"Evet, hâlâ oradayım."
"Ya bak, çok güzel ve saf bir kızsın. Ben sana layık değilim."
"Bir tavuk kadar cesaretim yok desene şuna."
"Ayıp oluyor ama… Duyan da bulunmaz Hint kumaşısın zannedecek. Sana dökeceğim dillerin yarısını bile dökmeden kız koynuma girdi. Tamam mı, rahatladın mı?"
Berrak sakin sakin oturuyordu.
"Kız arkadaşın varken benimle irtibat kurmaya niye uğraştın o zaman?"
Cihan'ın rengi kaçtı.
"Birer bardak bitki çayı getireceğim. Sana karşı dürüst olacağım. Sen de "cevaplarını' almış olmanın rahatlığıyla gidecek ve bir daha da benimle görüşmeyeceksin. Anlaştık mı?"
"Anlaştık."
Cihan biraz önce oturdukları koltuktan kalkıp mutfağa geçti. Su ısıtıcısına su doldururken arkasından ona sessizce yaklaşan Berrak'ı fark etmedi. Berrak, ipi Cihan'ın boynuna geçirip hızla sıktı. Olay çok ani gerçekleştiği için Cihan, kuvvetini kullanmaya fırsat bulamamıştı. Biraz çırpındıktan sonra su ısıtıcısıyla birlikte yere düştü. Berrak, Cihan'ın hayatta olup olmadığını bilemedi. Boynundan "çıt" diye bir ses gelmişti gerçi, yere düşerken yaptığı ters hareket sonucunda.
"Seni daha fazla dinleyecek değilim. Sen, hayatıma çöken bir karabasansın. Bense bu kâbustan uyanmaya kararlıyım."
Berrak, salondaki kilimlerden birini mutfağa getirmişti.
"Senin bıçakların iyi keser mi bilemedim. O yüzden kendi bıçağımı kendim getirdim." Cihan'ın bunları duyuyor olmasını umuyordu.
"Demek küçük Cihan'ın sözünü dinledin… Bakalım o olmadan ne yapabileceksin?"
Berrak, ellerine geçenlerde marketten aldığı on tanesi 1 lira olan cerrah eldivenlerinden geçirdi.
"O iğrenç uzvunu çıplak ellerimle tutacağımı düşünmedin herhalde."
Berrak, yeni aldığı keskin bıçağıyla Cihan'ın erkeklik uzvunu kolayca kesti. Kanların etrafa fışkırmaması için kilimi Cihan'ın vücuduna bastırdı. Uzvun açık ucunu da eldiven paketindeki diğer eldivenlerden geçirerek tıkadı. Kilim çoktan kıpkırmızı olmuştu. "Acemi olmama rağmen iyi iş çıkarttım," diye düşündü. Bir süre Cihan'ın bedenine bakakaldı. Kız arkadaşını terk edebilirdi… Berrak'ın olabilirdi… Ama o, yine de o kızı tercih etti. Berrak ise bir erkeğe karşı ilk defa hissettiği çok özel duygularla ortada kalmıştı. Berrak altı ay boyunca Cihan'ı kafasından atmaya çalışmıştı, ama bir türlü becerememişti. İyice kana bulanan kilimi görünce kendine geldi. Fazla vakit kaybetmemeliydi.
Uzvu bir naylon torbaya itinayla sardı. Bıçağı lavaboda iyice temizledi. İp dahil her şeyi bavula yerleştirdi. Kapıyı ardından sessizce kapattı. Ana yola hemen çıkmadı, ara sokaklarda biraz dolaştı. Yeterince güvenli olduğuna inandığı bir mesafede uzvu, bir köpeğin önüne bıraktı. Çok geçmeden bu öğüne başka köpekler de ortak olmuştu. Eldivenleri ve naylon torbayı bir çöpe, bıçakla ipi de başka bir çöpe attı. Bavulunu yanına alarak ana yola yürüdü. Bayram tatili uzundu, memleketinde kalacaktı. Haliyle bavul da ona lazımdı eşya koymak için.
Durakta pek fazla beklemesine gerek kalmadı. Otobüsü kısa sürede geldi. Her şey ne kadar da yolunda gidiyordu. Kendini kuşlar kadar hafif hissediyordu. Hava da uzun zamandır olmadığı kadar güzeldi.
Dı dı dın dı dı dın…
Berrak gülümsedi. Akbil'i boştu, aynı kalbi gibi. Ve Berrak'ın onu doldurmaya hiç mi hiç niyeti yoktu.
~~~
Sayı: 35, Yayın tarihi: 01/03/2009
Yazar: Tuğçe Ayteş
kaynak: http://mavimelek.com/bos_akbil.htm