Müziğin tarihte ilk nasıl ve nerede ortaya çıktığı ve ne amaçla kullanıldığı konusu uzun yıllar süresince müzik araştırmacı ve teorisyenlerinin üzerinde düşündükleri bir soru olagelmiştir. Gözümüzün önünde dünyanın ilk vakitlerine ait bir imaj canlandırmaya çalışalım ve kendimizi o vahşi, uçsuz bucaksız, her şeyin dev boyutlarda olduğu bir ortamda acınacak kadar küçük ve korunaksız, sözel şuur ve dilin oluşmadığı, sözcükler yerine kaba sesler ve çığlıklarla en kolay iletişim içinde olan, anlayamadığı her tabiat olayı karsısında korkudan donup kalan ve zamanının çoğunu kendinden büyük düşmanlarından saklanarak geçiren, küçük klanlar halinde yasayan ilk insanlardan biri olarak hayal edelim. Bu durumda insanların ilk müzik aleti olarak taşları ve kemik parçalarını kullandıklarını, bunları birbirine vurarak değişik ritimlerle ses çıkarttıklarını söylemek en doğru yaklaşım olacaktır.
Dil kabiliyetinin daha gelişmediği küçük çocukları incelediğimizde onların da belli ritimsel kalıplar ve hecelerle sesler çıkarttıklarını görebiliriz. Ve bu iki maddenin ışığında ilk çağda yaşayan ilk insanın müziği ile ilgili bir fikir sahibi olabiliriz.
Dil becerisi yavaş yavaş gelişmeye başladıkça henüz din fikrinin oluşmadığı bu ilkel topluluklarda insanlar tabiattaki sesleri ellerindeki kolay araç gereçlerle taklit ederek müziği tabiat olaylarına hakim olmak ve kendilerini savunmak için büyü -tapınma amaçlı kullanmaya başlamışlardır. İlk çağdan günümüze kalan çalgı örneği pek olmamıştır fakat o müziğin neye benzediğini anlayabilmek için belgesellerde gördüğümüz, balta girmemiş ormanlarda, keşfedilmemiş bölgelerde yaşayan küçük kabilelerin müziklerini incelemek yeterli olacaktır. Başlarında kabilenin büyücüsü veya şefi olmak üzere yaptıkları danslar, söyledikleri şarkılar, kullandıkları çalgılar, bu çalgıların şekilleri, renkleri ve sesleri bu kabilelerin müziği bizim gibi eğlence emelli değil büyü ve ayinsel merasimler için kullanıldıklarını bize ispat etmektedir.
Antik yunan Mitolojisine göre baş yaradan Zeus; Mnemosyne ile 9 günlük bir kaçamak yaşamış ve bu gecelerin her biri için Mnemosyne’ den bir kızı olmuştur. Zeus’ tan olma bu peri kızlarının her birine Muse isimi verilmiştir. Bu kızların her biri bir bilgi veya sanatın savunucusu olarak anılırlar. Bu bilgi ve sanatlara Muselerin yetenekleri denilir. Müzik isimi buradan gelmektedir.(Museike) Antik yunandan kalma resim, heykel ve o devirle alakalı kaynaklar incelendiğinde müziğin tanrısı Apollon tanrılar meclisinde lir çalıp diğer tanrıları eğlendirirken ve Muse’lerde ona yardım ederken gösterilirler. Bu kızların isimleri ve görevleri şöyledir:
EUTERPE, FLÜT-MÜZİK
ERATO, AŞK ŞİİRLERİ
KALLİOPE, DESTAN-EPİK ŞİİR
KLEİO, TARİH
MELPEMONE, TRAGEDYA
POLYMNİA, MUKADDES ŞİİRLER
TERPSİKHORE, DANS
THALİA, KOMEDYA
URANİA, GÖK BİLİMİ
Antik yunanda müzik çok ciddi bir işti ve bütün iyiliklerin kaynağı olarak görülüyordu. Her toplumsal olayın kendine ait bir müziği ve kendi arasında belirlenmiş sıkı kaideleri vardı. Müzikteki her bir mod’un (makamın) değişik tesir bıraktığının farkındalardı. Bu etkiye ethos (karakter) deniyordu. Bu makamlardan rehabilitasyon ve tıp amaçlı da faydalanıyorlardı.Antik yunanda kullanılan şarkı türleri şunlardır:
DİTYRAMB: Dionysos’un onuruna söylenir. Koro şeklinde söylenir
ENKOMİON: Kahramanların onuruna söylenir.
EPİNİKİON: Galip gelen sporcu ya da dövüşçünün onuruna söylenir.
EROTİKON: Aşk şarkısı.
HYMENAİOS: Evlilik, düğün şarkısı.
HYMN: Tanrıya övgü.
HYPORCHEME: Tapınma sırasında dansla birlikte söylenir.
PAEAN: Apollo veya Artemis’in onuruna söylenir
PARTHENEİON: Bakire kadınlar korosu seslendirir.
SKOLİON: Şölen müziği.
THRENOS: Cenaze müziği.
Buraya kadar çeşitli kaynaklar, arkeolojik buluntular(resim, heykel v.s) ve araştırmacıların söylediklerinden yola çıkarak genel bir müzik ve müziğin doğuşu tanımı yaptık. Ama bunların net ve sarsılmaz kanıtlar olduğunu iddia edemeyiz.
Müziğin, dönemin ve yapıtın karakterini en iyi şekilde ortaya koyacak kanıtlar o yapıta ait nota ve ses kayıtları olduğuna göre asıl bakmamız gereken kalıntılar bunlar olmalıdır.
Müziğe bu bakış açısıyla baktığımızda bu araştırmalara kaynaklık edebilecek ilk kaynakların son 400 -500 seneye ait olduğunu, son zamanlarda da kullandığımız tam ve gelişkin nota yazısının ise 150-200 senelik bir geçmişi aydınlattığını görürüz.
Müziğin Mısır, Hindistan; Suriye ve Antik Yunan’da din etkisi altında geliştiği fikri ne kadar karanlık ve kanıtsız olsa da müzik araştırmacıları bu fikir üzerinde birleşmekte ve küçük nüans farklarına karşın hepsi de kiliseyi müziğin esas gelişiminde başlangıç noktası olarak kabul etmektedirler.
Çalınan ve söylenen müzik yapıtlarını yazılabilir hale getirmeyi ilk düşünen ve bunu kısmen de olsa muvaffak olan kişi Boethius (M.S 480-524)’tur. Alman ve İngilizlerin son zamanlarda dahi kullandıkları notalara harf isimi verilen (La) sesiyle başlayan gam bulmuştur.
A(LA)
B(Sİ)
C(DO)
D(RE)
E(Mİ)
F(FA)
G(SOL)
Ancak bu nota yazımı yalnızca yapıtları bilenlerin anımsamasına yarıyordu. Bunun için hangi çalgıların hangi perdesine, hangi parmakla basılacağını gösteren Neuma’lar ve Tablatura’lar ortaya çıktı. Fakat bu gayretlerde yetersizdi. Ritim, zaman değerleri, akort v.b teferruatlar elde olmayınca bu özel işaretler yapıtları bilmeyen birine ne yazık ki mana ifade etmiyordu. Neuma’ların bu yetersizliğini gidermek için portedeki çizgi sayısı önce 2, sonra sırasıyla 3-4 ve 5’e çıkarıldı. Artık harflerle her ses ve aralığı göstermek olasıydı. Geriye yalnızca notalara harflerden başka isimler vermek kalmıştı. Bunu da Guido D’arrezzo isimli bir rahip, çocuklara ilahileri daha kolay öğretmek için ”Guido’nun eli” olarak bilinen Latince bir duanın ilk sözlerinden istifade ederek geliştirdiği yolla halletti.
UT queant laxis (ut sonradan tu ve do olacaktır)
RE sonare fibris
Mİ ra gestorum,
FA muli tourum,
SOL ve polluti,
LA bi reatum,
SA nocte İohannes (sonradan Sİ olacaktır)
UT hecesi kulağa sert geldiği için ters çevrildi ve önce TU , sonra da bildiğimiz DO ismini aldı.
Kilise, ibadetlerde birlik ve bütünlük sağlamak amacıyla (eğlence müziği ve din dışı müzik türlerini baskı altına almaya ve yasaklamaya çalışmasına karşın) müziğin insan ruhu üzerindeki tesirinin farkında olduğundan dinsel muhtevalı koro -orotoryo ve madrigal gibi müzik türlerinin gelişimini desteklemiştir.
Papa Gregor (M.S 540-604) bunu muvaffak olabilmiş ve bugün dahi Gregorien İlahileri (Makamları) adıyla bildiğimiz müzikleri ibadetlerde ortak müzik haline getirmiş, notaya aldırmış, Roma’dan tüm dünyaya yaymıştır.
Alcuin (725-804),Hucbald (840-930)ve Hoger gibi besteciler hem müzik yazısını, hem de tek sesli müziği ileriye taşıyan adımlarla çok sesli müziği geliştirip, kilisenin dışına taşıdılar.
Kilisenin yayılma siyaseti neticesinde Haçlı Seferleri yapılmış ve bu seferler sırasında Avrupa Doğu’yu görmüş ve oradan getirdikleri yeni fikirler, çalgılar, renkler, tınılar-felsefeler v.b. gezgin şarkıcılar (Minstrel’ler, Troubadur’lar ve trouveres’ler ) aracılığıyla dağılmıştır.
Adam de Halle (1220-1278)’ den Pierluigi de Palestrina (1524-1594) ‘ya uzanan müziğin gelişim kuralları bu tesirlerle o çağın en yaygın çalgısı olan org için yazılmış yapıtlarla XVII yy ikinci yarısına Ars Nova (yeni sanat) denilen sağlam esaslarla girilmesini sağlamıştır.
Madrigal, Virginal, Chanson, Lied gibi müzik türlerinin kilise tesiriyle dağılmasından sonra XVII yy da opera ve orotoryo gelişmiş Monteverdi, Cavalli, Cesti, Scarlatti operanın italyada ki liderleri olarak dikkat çekmişlerdir.XVII yy da müzik kilisenin dışına çıkınca çeşitlenmiş ve çalgılar gelişmeye başlamıştır. İlk konser salonlarının açılmasıyla müzik saraydan ve saray etrafından bağımsızlaşarak halka inmiş ve fiyatını ödeyen herkes tanınmış sanatçıları izleyebilmiştir. İlk gelişen çalgı keman olmuş ve üstün kapasitesiyle orkestralarda baş köşeye yerleşmiştir. Corelli, Somis, Torelli, Tartini, Vivaldi gibi bestecilerin elinde daha da değerlenmiş ve itibar görmeye başlamıştır. Sonat ve Konçerto formları da kemanla beraber gelişip son şekillerini almışlardır.
İLK ÇAĞ UYGARLIKLARINDA MÜZİK ( M.Ö.4000-M.S. 300 )
İlk çağ uygarlıkları içinde yer alan her toplumun kendine has bir müziği vardı. Ancak günümüze hiç biri gelememiştir. Anadolu’da kurulan Hitit, Frigya ve Lidya gibi uygarlıklarında müziğin dinsel merasimlerde bulunduğu bilinmektedir. 1859 senesinde Çanakkale yakınlarında bulunan ve M.Ö. 400 senesinden kalma çalgının, dünyanın en daha önceki ahşap çalgısı olduğu ileri sürülmektedir.
MEZOPOTAMYA’DA İLK ÇAĞ UYGARLIKLARI
Sümer, Akad, Ur, Babil ve Asur devletlerinde canlı bir müzik ortamı gelişmiştir. Tapınaklarda mesleği müzik olanlar ekseriyetle din adamlarıydı. Babiller, telli ve vurmalı çalgıların yanı sıra flüt ve Obua türünden çalgıları da kullanmaya başlamışlardır. Babiller, müzikte kullanılan aralıklarla mevsimler arasında irtibat kurmuşlar, mesela; ilkbahar-sonbahar arasında 4’lü aralığına, ilkbahar-kış Aralığında 5’li, ilkbahar-yaz arasında 8’li aralığına eş saymışlardı.
MISIR
M.Ö. 2800-2160. Daha önceki Devlet döneminde Saray ve tapınak müziği ile halk müziği birbirinden ayrılmıştır. Müzikte perde şuurunun gelişmesi, hecelerle adlandırıldığını ilk sefer Mısır’da görmekteyiz. Orta Devlet safhası M.Ö. 2160-1580 seneleri arasındaki dönemi kapsar. Kazılarda bulunan flüt kalıntıları Mısırlıların büyük aralıklı gamlar kullandığını göstermektedir. Çalgılar daha gelişmiş, değerli gereçlerden yapılmıştır. Yeni devlet safhasında ise ordu müziği canlandı, metal ziller, davullar ve deniz kabuklarından zillerle zenginleştirildi. Geç dönemde ise kadın müzikçiler değişik bir dans ve eğlence müziği geliştirdiler. Daha önceki çağlara ait 9 telli lir, büyük defter, çıngıraklar, bugünkü darbukaya benzeyen davul türleri, Anadolu kaşıklarına benzeyen kastanyetler katıldı.
HİNDİSTAN
M.Ö. 3000 senesinde müzik 4 safhada incelenir: “Veda safhası”, Klasik safha”, “Ortaçağ”, “Modern safha”.
Klasik Safhada Bharata tarafından yazılan 5. Veda kitabı Natyaveda’da eski vokal müzik örnekleri görülür. Tek sesli vokal örnekleridir.
Hint makamlarını belirleyen “Raga” sistemi ile usulleri belirleyen “Tala” isimli ritmik sistem geleneksel Hint müziği içindeki yerini alır.
ÇİN
Çin kültünün ilk aşaması tarih öncesi çağlardan başlayarak Şang ve Çu sülalelerini kapsar. Kazılarda Şang sülalesinden kalma iyi korunmuş çanlar, çıngıraklar, Çu sülalesinden kalma çalgı kalıntıları bulunmuştur. Çin müziğinde ana ses “FA” dır. 5 ses düzeni vardır ve hiçbir nota bir diğerine bağımlı değildir. Eski Çin çalgıları; davul, zil, sistron, bambu flüt, ağız orgu, çeşitli gonglar ve çanlardan oluşur.
ESKİ YUNAN VE ROMA
Çağımız uygarlıklarının köklerinin büyük ihtimalle eski Yunan uygarlığına dayandığı kabul edilir. Aristo’nun talebesi Aristokseros’un liderliğiyle ritim ve ezgi kuralı tespit etmiştir. Okullarda müzik, dilden ve matematikten önce gelmiş, çalgı çalmak 30 yaşına kadar mecburi tutulmuştur. Yunan müzik kuramı, notalar, aralıklar, makamlar, dizi sistemleri, perdeler, modülasyon ve melodik kompozisyon olarak 7 başlık altında toplanır. Çalgı müziğinde parmak işaretlerinin bulunması “Tabulatur” yazısının orijinini gösterir. Romalılar “modları” Yunanlılardan almışlardır.
ORTAÇAĞ MÜZİĞİ
Ortaçağ çoksesliliğin gelişmesine ve uluslararası sanat müziğinin doğmasına şahittir. Kilisenin papazları kilise içine çalgısal müziğin girmesini yasaklamıştı. Müzik tek sesli, Tanrıya adanmış, duaları kolay ezberletmeye yarayan bir araçtı. Boethius, bir müzik yazısının yaratıcısı olarak bilinir. Latin alfabesinin A’dan P’ye kadar 15 harfi kullanılıyordu. A sesi LA, B sesi Sİ, C sesi DO’ya karşılık geliyordu. Bugün Almanya, İngiltere gibi ülkelerde sesin harflerle gösterilme kuralı Boethius yazısına uzanmaktadır. Papa Gregorius (M.S. 540-604) kiliselerdeki dinsel ezgileri yeniden düzenledi. Böylelikle kilise müziği repertuvarı oluştu.Eşliksiz, ölçüsüz, serbest ritim kullanılan ve Latince sözlere dayanmıştır. Ayrı olarak Gregorius, Ambrius’un 4.yy’da düzenlediği ve adına “autentique” dediği 4 kilise makamına 4 makam daha ilave etmiştir. Bunlara plagal makamlar denir.
ROMANESK DÖNEM (1000-1150)
Avrupa’da çok sesliliğe giden yolda temel adımlar atılmıştır. Boethius harf sistemiyle başlamıştır. 11.yy’dan neumalar dizelerin ilk örneği sayılabilecek çizgiler üzerine yazılmaya başlanmıştır. Rahip Guido 1030 senesinde Elinin parmaklarındaki girinti ve çıkıntılarla metnin ilk hecelerini yazar. Nota ve dizek kavramını müzik tarihine getiren kişi Guido d. Arezzo’dur.
Romanesk dönemin bir diğer özelliği ilkel çok seslilik dediğimiz “Organum”dur. Bu dönemde, dinsel müziğin en olgun ve ergin biçimi Katolik kilisesi merasimlerinde yer alan ayin müziği “missa, messe” idi.
GOTİK DÖNEM (1150-1460)
Bu dönemde şövalyelik anlayışı değişir. İnce duyguların, sevginin bulunduğu bir biçime dönüşmüştür. Avrupa derebeylerinin şatolarında ozanlar yavaş yavaş kilise baskısından kurtularak, dünyasal konulu ve hayat sevinciyle yüklü ezgiler ortaya koymuşlardır. Gregorius müziğinden uzaklaşmış ve kullandıkları modlara gittikçe yarım sesleri, bilhassa fa diyez ve do diyezi sokmuşlardır. Tüm Avrupa’da Sokak şarkıcıları türedi. Bunlar çalgılarında ustaydılar. Çok seslilik 3 aşamada gerçekleşir;
Notre Dame Dönemi
Eski Sanat Dönemi
Yeni Sanat Dönemi
RÖNESANS
Rönesans Orta çağ döneminin çözülüp Yeni çağı oluşturacak düşüncenin belirmeye başladığı dönemdir. Kilisenin bağnaz baskısından kurtulmaya çalışan insan, bu dünyanın yalnız ölümden sonrası için hazırlık aşaması olmadığını, bugünün yaşanması gerektiğini anlar. Rönesans ile başlayan yaşam sevinci ile oluşan danslar ve danslarda da çalgılar artar. Çalgılar yalnız eşlik etmekle kalmaz, vokal müzikten bağımsız bir çalgı müziği gelişir. Martin Luther’in, kilisenin müzik dünyasına en ehemmiyetli katkısı “koral” isimli ilahi biçimini geliştirmek olmuştur. 15.asrın ikinci yarısı müzik tarihinde “Geç Rönesans” veyahut “Altın çağ” olarak bilinir. Bu dönemde İtalyan besteciler müzikte egemenliği ele alırlar.
RÖNESANS MÜZİĞİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ
Vokal polifonik stil doruğa erişir.
Din dışı müzik daha çok ehemmiyet kazanır.
Bağımsız bir çalgı stili kendini gösterir.
Müzik yayıncılığı doğar.
ÇALGILARI
Obua, Klavsen gibidir. Klavsen 18.yy da Piyanoya dönüştü. Blok flüt çağdaş flüte dönüştü. Lavtanın yerini gitar aldı. Bakır nefesliler yetersiz ve gelişmemişti. Fantasia ve prelüde gibi çalgı formları vardı.
NOTASYON
Bugünkü nota yazımı 17.yy başlarında gelişti.
ÇALGI MÜZİĞİ
Çalgı metotları yazılmaya başlandı. Rönesans’ın en gözde çalgısı, doğu orijinli çalgı terimi olan “Lavta” veyahut “Luth” dur. İlk çalgı ustaları (virtüöz) lavtacılardır. Bu sayede telli çalgı üslubu gelişmiştir.
BAROK DÖNEM MÜZİĞİ
BAROK DÖNEM, 1600 ile 1750 seneleri arasında İtalya’daki opera tecrübeleriyle başlamış, J.S.Bach’ın ölümüyle bitmiş ve tüm müzik türlerinde günümüze kadar kalıcı olan değişikliklerin oluşmasına kapı aralamıştır.
Barok müzik, bir döneme ismini vermekle beraber mimari başta olmak üzere diğer pek çok kategoride de değerlendirilebilmektedir. Barok Portekizce barroco (düzgün olmayan inci) kelimesinden gelmektedir. Mimarlıkta, deniz kabuklarına benzer eğimlii bezemelerden olan, 17. asırda kısmen de 18. asırda Avrupa’nın bilhassa Katolik ülkelerine (İtalya, İspanya, Portekiz, Avusturya, güney Almanya, Belçika) ve Latin Amerika’ya dağılmış olan üslup olarak göze çarpar. Barok sözcüğü yalnızca 17. asırdaki genel tutumu nitelendirmekle kalmamış, Helenizm ile Gotik’in geç dönemlerindeki bir takım belirtilerin anlatılmasında da kullanılmıştır.
Furetiére’in 1690′da hazırladığı Fransız dilinin ilk sözlüğüne göre “barok”, “tam yuvarlak olmayan incileri anlatmakta kullanılan bir kuyumculuk terimi”dir. Saint-Simon 1711′de “garip ve rahatsız edici bir düşünce”yi anlatmak için barok sözcüğünü kullanmıştır. Fransız Akademisi sözlüğü de 1694′teki ilk baskısında Furetiére’in tanımlamasını olduğu gibi benimsemiştir. 1740′taki baskı ise mecazi manası benimsiyordu: gayri muntazam, garip, eşit olmayan. Jean Jacques Rousseau’ya göre “barok müzik, armoninin açık seçik olmadığı, modülasyonlar ve uyumsuzlukla dolu, entonasyonları güç ve hareketi zor olan müziktir”. Yapı sanatı konusunda ilk tanımla 1788 seneninde “Encyclopédie méthodique”te karşılaşılmaktadır: “mimarlıkta barok, garipliğin bir nüansıdır”. Öyle anlaşılıyor ki bu isim, dönemin başlangıcında resim ve heykel çalışmalarındaki değişikliklere gösterilen şaşırmış tepki neticesi çıkmıştır.
Rönesans dönemi, tüm sanat dallarında sadelik, temizlik ve saflık dürtülerini güçlendirmesine ve duyguları daha yumuşak bir anlatımla dile getirmesine rağmen, özellikle müzik alanında, daimi kullandığı tekdüzelikten dolayı gittikçe sıkıcı olmaya başladı. O kadarki, Rönesans dönemi bestelerinin en bariz özelliği çalgıların aynı anda başlayıp aynı anda yapıtı bitirmeleri olarak anlatılabilir.
Barok dönemle birlikte, müzik “kontrast” kavramı ile tanışır. Aynı tınılardaki çalgılar birbirleriyle savaşırcasına, birbirleri ile karşıtlık oluşturarak yapıtta yerlerini alırlar. Klasik Dönem sanatçıları bile, her ne kadar Barok dönem yapıtlarını karmaşık, süslü, zevksiz ve mübalağalı olarak adlandırsalar ve “Barok” kelimesini aşağılayıcı anlamda kullansalar da kendi kullandıkları ve günümüze kadar uzanan bir çok armoni kuralını bu dönemin ustalarından öğrenmişler ve yer yer kopyalamışlardır. 150 seneye dağılan bir süreci etkileyen Barok akımı, bir takım müzik tarihçilerine göre 2, kimine göre 3 aşamalı bir dönemdir. Ancak herkesin kabul ettiği ortak düşünce ise son zaman “Olgun Barok” Johann Sebastian Bach’ın tesiri altında geçmiştir.
Barok müziğinin yapısında en bariz özellik, müzik de “kontrast”lar kullanılması olmuş ve bununla beraber konçertolar devri başlamıştır.
Müziksel ifadeyi güçlendirmek için kullanılan ses düzeyinin alçalıp yükselmesi Barok dönemde keşfedilen ve gelişen işaretlerle başlar. Ortaçağ ve Rönesans’ta ses şiddeti, hep aynı düzeyde kullanılmaktaydı. Barok dönemde “Piyano – düşük ses” ve “forte – gür ses” terimleri ile yapıtlarda ses şiddetinin önemi ve katkısı görülmeye başlar.
Barok dönemin bir diğer yeniliği bu döneme kadar olan müzikal yapıda bulunmayan ve yapıtın başka bir bölüme geçeceğini veya bittiğini belirten bir olgunun kullanılmasıdır. Yapıtlarda kapanışlar ve geçişler daha kuvvetli bulunur.
Kontrastlar üzerine kurulan Barok müzikte ritmik yapıda da büyük gelişmeler olur. Rönesans’tan Barok müziğe sıçrayan metine bağlı müzikal anlatım, konuşma dilindeki vurguların mübalağa edilmesine kapı aralar. Barok dönemde doğan Opera ve kantatlar son zamanlarda de aynı kaideye bağlı kalınarak mübalağalı bir dilde seslendirilirler. Barok dönemle birlikte çalgı müziği büyük ilerleme gösterir. Solo çalgılar için bestelenen eserler çoğalır. Ses müziği ve çalgı müziğinin birleştirilmesi de Barok dönemde filizlenir. Eşlik görevi gören sürekli bas çalgıları ve insan sesi birleşir. Kontrast oluşturmak emeliyle eşlik çalgıları yeknesak hareket ederken, vokal hareketli ve süslü davranır. 16.asrın bitmesiyle birlikte İtalyan besteciler madrigal ismini verdikleri, şiirler üzerine yazdıkları çok sesli müzikler üzerine yoğunlaşmaya başladılar.
Monteverdi’nin opera yapıtları ve madrigalleri, barok dönemin ilk vakitlerinin doruk noktası olmuş ve daha sonra gelecek müziğe öncülük etmiştir. Dinsel bir tema üzerine heyeti dramatik yapıtlar olan oratoryolar, kökünü Roma’dan alırlar. Avrupa’ya dağılması ise Alman-İngiliz bestekar George Frederic Handel sayesinde olmuştur. Bugüne kadar gelmiş geçmiş en önemli oratoryo olan Messiah oratoryosu G.F. Handel tarafından İngiltere’de bestelenmiştir. (1741). Sonat, kendini barok dönemin ilk vakitlerinde bulmuş bir başka müzik tarzıdır. İtalya’da sonat, yavaş ve hızlı dans parçalarından oluşan yapıt veya yavaş-hızlı kontrastlarıyla gelişen eserlere denir(daha sonra bu tarz kiliselerde kullanıldı). Arcangelo Corelli gibi her iki tarzda da müzik yapan besteciler olmuştur. İtalya’nın dışında süit isimi verilen dans parçaları yaratılmaya başlandı. Süitler de büyük bir gelişimin habercisi olsalar da, sonatlar kadar önemli bir kilometre taşı değillerdi. Süitler, kantatlarda olduğu gibi tek bir çıkış noktasından hareketle iki veya üç bölümlü forma erişirdi (sözgelimi Domenico Scarlatti’nin klavye sonatları gibi), Bach’ın bestelediği birden çok formlu eserler gibi. İlk sonatlar, ya tek bir enstrüman ya da küçük bir grup için yazılırdı.
17.asrın sonlarına doğru(barok dönemin ortaları), bu sonat formu konçerto Grosso şekline dönüştü. Solist grup ise çoklukla concertino (iki keman ve continuo) olurdu. Daha sonra ise konçerto vaziyetine dönüştü. Bach’ın Brandenburg Konçertoları konçerto Grosso stilinin bu dönemdeki en iyi örneklerinden kuşkusuz birisidir. Ayrıca en az Bach’ın olduğu kadar, Antonio Vivaldi’nin solo konçertoları da bu dönemin en önemli örneklerinden oldu.
Sonat, konçerto ve vokal formları gelişiminin ortalarında, barok dönemin bir başka ehemmiyetli özelliği ortaya çıkmaya başladı: Tonalite. 16.asrın ortalarında daha önceki kilise modları, yeni anahtar bağları konseptiyle yer değiştirmeye başladı. Barok dönemle birlikte besteciler bir anahtardan diğerine atlamaya başlamıştı.
Giderek, anahtarlar arasında ki bağ ve geçişler bir sistem halini aldı. Bach’ın İyi düzenlenmiş Klavye(Well-tempered clavier) isimli eseri bu bağı anlamak için iyi bir örnektir. Bu eser ayrı olarak bir başka iki önemlii barok özelliği yapısını içerisinde barındırmaktadır: Prelüd ve füg.
Barok dönemin en gözde çalgıları klavsen ve harpsikort’tu. Bunlar seslerin hafif veya kuvvetli çıkmasına imkan sağlamayan bir düzeneğe sahiptiler. Oysa barok dönemde gelişen, müzikal anlatımı güçlendiren müzik simgeleri ve o dönemde ihtiyaç duyulan hafif ve kuvvetli çalımlar ehemmiyetli bir öğe halini almıştı.
Barok dönemde icat edilmesine karşın dönemin bestecileri piyano için eser yazmazlar. Klavsene göre cılız bir sese ve sert tuşeye sahip piyanoya eser veren ilk besteci Muzio Clementi’dir. 1773’de daha on sekizindeyken piyano için üç sonat yazmış, çalgıyı popüler hale getirmiştir. Bach gibi tanınmış Barok dönem bestecilerinin günümüzde piyanoda çalınan eserleri aslında piyano için yazılan eserlere pek rastlanmaz. Dolayısıyla “piyano” ve “forte” gibi nüanslar ve “staccato” gibi çalım tekniklerinin hiç biri o dönem yazılan piyano eserlerinde yoktur veya çok azdır.
Bütün bu değişiklikler birbirlerine paralel olarak geldi ve barok dönemi oluşturdular. Eski kaidelerden ve polifonik takıntılardan kurtulmak, yeni bir tarz yapma gereğini doğurdu. Bu da, kadanslar veya armonik geri planlar üzerine doğal olarak solistlik yapan, melodiyi ortaya çıkardı. Bu armoniler içinde sequence(zincirleme)’i getirdi ve tüm bu armonik gelişimler bir yandan da ritmik gelişmeleri doğurdu. Bas bölümleri, Orta Avrupa dans müziğinin tipik ritimleriyle kaynaştı ve tüm bunları barok müzik yaptı.
Barok dönem çağdaş müzikal dilin gelişiminde şüphesiz en önemli kilometre taşı olmuştur. Bu 1,5 asır içerisinde, müzikal formlar değişip geliştikçe bir yandan da daha sonrasının ve bugünün müzik standartlarını belirlemeye başlamıştı. Tonalite ve akor tonlaması çok büyük önem taşımaktadır. Bir başka önemli özellik ise müziğin, bu dönemde üniversal bir dil taşımaya başlaması, ulusallıktan çıkıp tüm Avrupa ve dünyaya seslenmesidir.
ROMANTİK DÖNEM MÜZİĞİ
Aslında müzik sanatındaki romantizm, bugün kullanılan romantiklikten, Chris de Burgh’ün müziğinden ve Kenny G’nin sololarından farklıdır. Müzikte “romantizm”, doğru bir şekilde, 19.asrın başlarından 20.asrın başlarına kadar yapılmış olan müziğe denir.
19.asırla beraber besteciler yapıtlarını yazarken romantik romanlar ve dramalardan etkilenmeye başlamışlardı. Bu bilhassa opera ve senfonik şiirlerde dikkat çekiyordu. Bu dönemdeki sanatın sosyolojik yapısına baktığımızda bunun tüm sanat dallarını etkilediğini görüyoruz. Sözgelimi, Scott’ın tanınmış romanı The Bride of Lammermoor(1819), 1821 senesinde Fransız ressam Delacroix’nın bir tablosuna konu olurken, 1836′da Donizetti tarafından opera yapıtı haline getirilmiştir. Genel manasıyla sanattaki romantizm akımının bir hayli teması müzikte de yerini almıştı (natüralizm, idealizm, nasyonalizm gibi).
Romantik dönem müziğinin, klasik müziğe göre getirdiği birçok yenilik vardı: Uzun ve izah edici melodiler, renkli armoni, enstrümantasyon ve ritimdeki özgürlük ve esneklik bunun en önemlileriydi. Ancak müzikal formda çok fazla bir yenilenme sözkonusu değildi. Dönem bestecilerinin en ehemmiyetli özelliklerinden ikisi; evvelki dönem müziğine duyulan saygı ve ara ara bunun nostaljik hatırlama duygularının ötesine geçmesi ve o vakte dek konulmuş katı müzik kaidelerine harfiyen uyulmaya çalışılmasıdır. L.V. Beethoven dünyanın ilk romantiği olarak kabul edilir ve hem klasik hem romantik dönem bestecisidir. Onu izleyen Ludwig Spohr, Carl Maria Von Weber ve Franz Schubert gibi bestecilerse romantizm ilk jenerasyonudur. 1803-1813 seneleri arasında doğan Hector Berlioz, Frederic Chopin, Mikhail Ivanovich Glinka, Franz Liszt, Felix Mendelssohn, Robert Schumann, Giuseppe Verdi ve Richard Wagner gibi besteciler ise ikinci kuşak romantiklerdir.
Bir hayli sanat tarihçisi romantizmin 1850 senesinde bittiği ile ilgili hemfikirlerdir ancak müzikteki romantizm hemen hemen bir yarım asır daha sürmüştür. Liszt ve Wagner’in müziği formunun genişlemesi, armonik yapıları ve enteresan orkestrasyonlarıyla gelecekteki müziğin ilk sinyallerini verirken Schumann gibi besteciler de Johannes Brahms’ın devam ettireceği klasik formlardan vazgeçmiyordu. Bu iki kontrast kendilerinden sonra gelen Antonin Dvorak, César Franck, Camille Saint-Seans ve Peter Ilyiç Tchaikovsky gibi bestecileri etkiledi ve her iki değişim ve dönüşümde de bulundular. Mesela Tchaikovsky’nin sonatları ve senfonileri Schumann ve Brahms’ın formundayken, senfonik şiirleri Liszt etkileşimlidir.
Diğer taraftan milliyetçi besteciler de vardı ve bunlar kendi folk müziklerini yapıtlarının içine her fırsatta entegre etmeye çalışıyordu veyahut Modest Mussorgsky, Bedrich Smetana gibi besteciler çıkıp kendileri özgün bir folk formu yaratıyordu.
İkinci romantizm akımının başlangıç seneleri olan 1890′lara Bruckner, Brahms, Franck ve Tchaikovksy gibi 4 önemli romantik can vermişti. Post-romantik olarak da adlandırabileceğimiz Gabriel Faure, Eduard Grieg, Gustav Mahler ve Nikolai Rimsky-Korsakov gibi besteciler vaktin çağdaş müziğinden aldıkları direk etkileşimi romantik müzik formuyla sunuyorlardı. Diğer taraftan “saf” romantikleri izleyen besteciler de vardı. Hugo Wolf Wagner’in, Scriabin Liszt’in ve Max Reger’de Brahms’ın müzikal yapısıyla müzik vermişlerdi. Post-romantik akımın önde gelen isimleri arasında Sergei Rachmaninoff ve Richard Strauss gibi gelenekçi neo-romantiklerin yanı sıra Claude Debussy, Charles Ivess, Leos Janacek, Maurice Ravel ve Arnold Schoenberg gibi 20.asır klasik batı müziğini oluşturmaya başlayan isimler de vardı.
ÇAĞDAŞ DÖNEM MÜZİĞİ
Bu dönemi adlandırmada genel kabul görmüş bir terim yoktur. Modern Müzik veya 20. Yüzyıl müziği gibi adlandırmalar yapılabilirse de bu isimlendirmeler bilhassa ikincisi dönemin ortalarında yaşamış olan Rachmaninov, Sibelius ve R. Strauss’ u da kapsadığından uygun olmayabilir.Yeni müzik terimi bu müzik türünün felsefesini ve 19. Asır romantizmine karşıt olan arayışları daha iyi tanımlayacaktır.
Yeni müzik Alman Avusturya romantizmine ve onun temsil ettiği her şeye bir baş kaldırıyı simgeler. Değişik besteciler değişik tekniklerle başarılı örnekler oluşturmuşlardır. Bu müzik türünde Empresyonizm, Romantizm veyahut Barok dönem de olduğu gibi belli bir stil veyahut kalıp yoktur. Besteciler belli bir tekniğe bağlı kalmak yerine birini tecrübe ettikten sonra bir başkasına geçmekte bir mahzur görmemişlerdir.
Başkaldırış yapıt isimlerinde da kendini göstermektedir. Buna örnek olarak Erik Satie’nin “Like a nightingale that has a toothache” ve Trois Morceaux’ un “Three pieces in the form of a pear” gösterilebilir. Bunlar son asrın romantik başlıklı senfonik şiirlerine bir tepki olarak görülmektedir.
1.Dünya Savaşı sonrası bir takım bestecilerin yapıtlarında caz esintileri de görülür. Örn: Stravinsky “Ragtime” 1918, Copland’ın “Two Blues”1926.
Bilimdeki gelişmelere paralel olarak radyo konser salonlarına gidemeyen milyonları dinleyici haline getirmişti. Randall Thompson’un Süleyman ve Belkıs operası radyo istasyonları tarafından telif ödenerek yayınlanmıştı. 1929’dan itibaren sesli çekilmeye başlayan sinema filmleri bestecilere yeni olanaklar yaratmıştır. Fonograf’ın buluşu ile dünyanın en izole bölgelerinde dahi insanlara müziği istedikleri repertuarla dinleme olanağı yaratmıştır. Son olarak Televizyon kitle iletişimini en üst düzeye çıkarmıştır.Çağdaş bestecilere birkaç örnek vermek gerekirse aşağıdaki isimleri sayabiliriz.
JOHN CAGE
Klasik müzik eğitimi görmüştür. Batı müziğinin ve ferdi anlatımın dışına çıkmak emeliyle Cage müziğinde teyp, plak kayıtları ve radyodan da istifade etmiştir. Müziği oluşturan bütün etkinliklerin tek bir tabii sürecin parçası olduğu neticenine varmıştır.
Emeli dinleyicilerin kulaklarını süzgeç gibi değil huni gibi kullanmaya özendirmek, bestecinin seçtiği seslerle kanaat etmeyip ortamda ses yerine ne varsa idrak etmelerini sağlamaktı. Buna erişmek için müziğinde belirlenmemişlik ilkesini gerçekleştirdi. Rastlantısallığı sağlamak ve böylelikle yorumcunun şahsi beğenilerinin araya girmesini önlemek emeliyle çeşitli yollara müracaat etti. Mesela yorumcu sayısını ve çalgı türlerini evvelce belirlememeyi, seslerin ve bölümlerin uzunluğunu tespit etmemeyi, uyulması zaruri nota yazımından kaçınmayı ve bölüm sıralamasında rastlantısallığı savunmayı tecrübe etti.
Cage’in en bilinen eserleri, yorumcunun hiçbir şey çalmadığı Dört dakika otuz üç saniye 1952,rastgele istasyonlara ayarlanan 12 radyo 24 yorumcu ve bir orkestra şefi için Düşsel manzara No:4 1951, sonatlar ve interlüdler1946-48,Fontana Mix1958, Ucuz taklit1969 sayılabilir.
BELA BARTOK
Macar bestekar 22 yaşındayken 1848-49 devriminin önderi ve Ferenc’in babası Lajos Kossuth’un hayatını anlatan senfonik şiirini yazdı. İlk çalınışında Avusturya ulusal marşının karikatürize edilerek seslendirilmesi bir skandala yol açtıysa da çok beğenildi. Opus 7 Birinci Dörtlüsünde(1908-09) bir oranda duyumsanan halk müziği tesiri sonrakilerde tümüyle özümsenmiş ve eserlerinin içinde erimişti. Opus 17 İkinci Dörtlü (1915-17) Bartok ‘un Kuzey Afrika’ya yaptığı derleme gezisini yansıtan Arap motifleriyle süslüydü. Üçüncü ve dördüncü dörtlülerde1927-28 daha yoğun ses uyuşumsuzluğundan istifade edilmişti. Beşinci1934 ve altıncıda 1939 ise tekrar geleneksel armoniye dönüldüğü gözleniyordu.
Meslek hayatının başında Fransız tesirinde kaldığı için erken dönem eserlerinde politonalitenin bazı belirtileri görülür. Fakat daha sonraları bu malzemeden faydalanmadı. Onun yerine Doğu Avrupa en çok da Macar ve Rumen halk üsluplarını araştırdı. Müziği her ne kadar armoni açısından yoğun ve karmaşıksa da kökünü halk müziğinin modal dizilerinden dikkatle seçilmiş armonilerden kurulu bir tonaliteden alıyordu.
Bartok 2 Kasım 1936 da Türkiye’ye geldi. İstanbul Belediye konservatuarı arşivinde çalışmalar yaptıktan sonra 4 Kasım 1936 da A. Adnan Saygun ile birlikte üç konferans verdi. Gene Saygun ile birlikte Adana’nın Osmaniye kazası Toprakkale ve Çardaklı köylerine gittikçe göçerlerin müziğini taş plaklara kaydetti.
Müziği ve tutumu Nazilerle ittifak halinde olan Macar Yöneticilerin ve Kilisenin reaksiyonunu uyandırmış ve vatana ihanetle suçlanmıştır. Çoğu Musevi olan birtakım ehemmiyetli bestecilerin eserlerinin Nazilerce yasaklanması üzerine Goebels’e bir mektup yazarak kendisinin de aynı listeye alınmasını eserlerinin Almanya ve ona bağımlı ülkelerde çalınmasına müsaade etmediğini bildirdi. 1939 da Ahmet Adnan Saygun’a yazdığı mektupta ülkesinden ayrılmaya kara verdiğini ve Türkiye’de çalışabileceğini söylediyse de müracaatı cevaplanmayarak Türkiye’ye gelmesine imkan verilmedi. Bunun üzerine ABD’ye gitti.
Eserlerinde Stravinski gibi aksak usulü kullanan Bartok müzikte o vakte dair Bulgar ritmi olarak adlandırılan bu ritim için Rumen etnomüzikolog Constantin Brailoui ile birlikte Türkçedeki aksak terimini önermiş ve bunu müzikolojiye yerleştirmiştir.
IGOR STRAVINSKY
Rus asıllı besteci 1 Dünya Savaşı Senelerinden başlayarak daimi Rusya dışında hayatı özellikle Ateş Kuşu 1910,Petruşka 1911, Bahar Ayini 1913 ve Orpheus 1947 gibi bale müzikleriyle ünlenmiştir.
Stravinsky,20. Yüzyıl müziğine büyük katkıda bulunmuş, kendine has eleştirel tutumu özellikle ölçü, tempo, ses gürlükleri açısından ehemmiyetli sonuçlar doğurmuştur. Bileşik ölçülü asimetrik kalıpları araştırmış, müzik tümcelerinde kullandığı figür ve motifleri uzatarak veya çıkararak simetrik cümleleme geleneğini yıkmıştır. Müziğe yine kazandırdığı şaşmayan vuruş duygusu bir hayli bestesinin dansa uygun düşmesine sebep olmuştur.
ARNOLD SCHONBERG
Avusturya asıllı ABD li bestekar. On iki ton müziğinin yaratıcısı,20. Asrın en etkilii öğretmenlerinden biridir.
1899 da yazdığı “Aydınlık gece” isimli yaylı çalgılar altılısı sanat hayatında önemli bir adımdır. Richard Dehmel’in aynı isimli şiirinden esinlenen bu romantik eser yaylı çalgılar altılısı için yazılmış ilk programlı müziktir. Bütünlüğü müzik dışı bir öykü veyahut imgeye dayanan yapısı ve armonileri yüzünden Viyana’daki tutucu program komitelerinin reaksiyonunu çeken eser ancak 1903 de seslendirildi ve bu sefer dinleyicinin reaksiyonuyla karşılaştı. Sonraları ise hem ilk biçimiyle, hem de Shoenberg’in yaylı çalgılar orkestrası için yaptığı tertip etmeyle bestecinin en sevilen eserlerinden biri oldu.
Belli bir döneme kadar bestecinin bütün yapıtları tonaldi, fakat armoni ve melodileri karmaşıklaştıkça tonalite ehemmiyetini yitirmeye başladı. 19 Şubat 1919 da tonal kompozisyon düzeninden tümüyle yoksun ilk yapıt olan Opus11 No:1 piyano konçertosunu bitirdi.
Zengin armoni ve melodi olanaklarını değerlendirmesine yardımcı olacak yeni bir bütünleştirici ilke aradığı bu dönemin nihayetinde yalnızca birbiriyle irtibatlı on iki ton kompozisyon yolunu buldu. Temmuz 1921 de bu türün ilk örneği olan Opus12 Piyano süitine başladı.
Karşılaştığı bütün muhalefete karşın 1. Dünya Savaşı sonrası Shoenberg’in müziği artan ölçüde övgü topladı ancak besteci yaratıcı çalışmalarının olanak verdiği elektronik müzik devrimini görecek kadar yaşamadı.
AARON COPLAND
Copland’ın besteci olarak gelişimi: Dönemin belli başlı eğilimlerini ortaya koyan ve ilk başta müziğinde caz ritimleri kullanan besteci daha sonra Stravinsky’’in yeni klasik tutumunun tesirinde kalmıştır. Kendisinin, ses gürlüğü “sonorite” itibariyle daha idareli, doku bakımından daha denetimli olarak tanımladığı soyut bir üsluba yöneldi. Bu yöneliş Copland’in sanatındaki en randımanlı dönemin açılmasına kapı araladı. Copland ayrı olarak radyo, fonograf ve sinema gibi yeni iletişim araçlarıyla modern müziğe yatkın bir seyirci kitlesinin de yaratıldığını farkındaydı. 1930 lardan sonra geniş bir dinleyici kitlesine seslenebilmek emeliyle müziği kolaylaştırma gayretlerine katıldı.
EDGARD VARESE
Fransız asıllı ABD li besteci ses imalat tekniklerinde yaptığı yeniliklerle tanınır. Disonant ve temasız, ritim açısından da asimetrik olan müziğini uzaydaki ses cisimleri olarak tasarladı. Elektronik ses donanımından istifade etme fırsatını bulduğu 1950 lerin başlarından sonra da elektronik müziğe ağırlık verdi. Brüksel dünya fuarı için yazmış olduğu elektronik şiirde (1958) sesin 425 hoparlörle dağılmasını öngördü.
GUSTAV MAHLER
Musevi asıllı Avusturyalı bestekar.
Muasır müzik eleştirmenleri Mahler’in müzikteki değişim dönemini kuvvetli bir şekilde etkilemiş olduğunu kabul etmektedirler. Onun eserlerinde 20. Asırda kullanılan köklü yöntemlerin habercisi niteliğinde öğelere rastlanır. Bu yollar arasında ilerleyici tonalite (bir eserin başladığı tonaliteden değişik bir tonaliteyle bitmesi),tonalitenin çözülümü(kromatikliği veyahut o tonaliteye yabancı akorları daimi kullanarak tonalite duygusunu bulanıklaştırma),büyük orkestra içindeki solo çalgı grupları için iç içe örülü melodiler üzerine kurulmuş kontrapuntal bir yapıyı tercih ederek orkestranın tümünün ürettiği armoniden kopuş, temaları tekrarlamak yerine daimi değişen temalar kullanma, popüler üsluplardan ve günlük hayattaki seslerden (kuş, boru sesleri vb.)alay eden alıntılar yapma ve Liszt’in çevrimsel biçim’inden(bir eserdeki temaların başka eserlere aktarılması) ustalıkla istifade eden teknikleri benimseyerek senfonide biçim istikametinden yeni bir birlik sağlama sayılabilir.
Sanatının şahsi içeriğini ise en çok çağının hak ve özgürlüklerden yoksun insanının tinsel çalkantısını başka rastgele bir besteciden çok daha fazla yaşamış olması etkilemiş, bu da onun kişiliği ile müziğini özdeşleştirmiştir. Gustav Mahler müzik tarihi içerisinde çok önemli yere sahip bir bestecidir.
Kaynak: http://hayalsahnesi.com.tr
Dil kabiliyetinin daha gelişmediği küçük çocukları incelediğimizde onların da belli ritimsel kalıplar ve hecelerle sesler çıkarttıklarını görebiliriz. Ve bu iki maddenin ışığında ilk çağda yaşayan ilk insanın müziği ile ilgili bir fikir sahibi olabiliriz.
Dil becerisi yavaş yavaş gelişmeye başladıkça henüz din fikrinin oluşmadığı bu ilkel topluluklarda insanlar tabiattaki sesleri ellerindeki kolay araç gereçlerle taklit ederek müziği tabiat olaylarına hakim olmak ve kendilerini savunmak için büyü -tapınma amaçlı kullanmaya başlamışlardır. İlk çağdan günümüze kalan çalgı örneği pek olmamıştır fakat o müziğin neye benzediğini anlayabilmek için belgesellerde gördüğümüz, balta girmemiş ormanlarda, keşfedilmemiş bölgelerde yaşayan küçük kabilelerin müziklerini incelemek yeterli olacaktır. Başlarında kabilenin büyücüsü veya şefi olmak üzere yaptıkları danslar, söyledikleri şarkılar, kullandıkları çalgılar, bu çalgıların şekilleri, renkleri ve sesleri bu kabilelerin müziği bizim gibi eğlence emelli değil büyü ve ayinsel merasimler için kullanıldıklarını bize ispat etmektedir.
Antik yunan Mitolojisine göre baş yaradan Zeus; Mnemosyne ile 9 günlük bir kaçamak yaşamış ve bu gecelerin her biri için Mnemosyne’ den bir kızı olmuştur. Zeus’ tan olma bu peri kızlarının her birine Muse isimi verilmiştir. Bu kızların her biri bir bilgi veya sanatın savunucusu olarak anılırlar. Bu bilgi ve sanatlara Muselerin yetenekleri denilir. Müzik isimi buradan gelmektedir.(Museike) Antik yunandan kalma resim, heykel ve o devirle alakalı kaynaklar incelendiğinde müziğin tanrısı Apollon tanrılar meclisinde lir çalıp diğer tanrıları eğlendirirken ve Muse’lerde ona yardım ederken gösterilirler. Bu kızların isimleri ve görevleri şöyledir:
EUTERPE, FLÜT-MÜZİK
ERATO, AŞK ŞİİRLERİ
KALLİOPE, DESTAN-EPİK ŞİİR
KLEİO, TARİH
MELPEMONE, TRAGEDYA
POLYMNİA, MUKADDES ŞİİRLER
TERPSİKHORE, DANS
THALİA, KOMEDYA
URANİA, GÖK BİLİMİ
Antik yunanda müzik çok ciddi bir işti ve bütün iyiliklerin kaynağı olarak görülüyordu. Her toplumsal olayın kendine ait bir müziği ve kendi arasında belirlenmiş sıkı kaideleri vardı. Müzikteki her bir mod’un (makamın) değişik tesir bıraktığının farkındalardı. Bu etkiye ethos (karakter) deniyordu. Bu makamlardan rehabilitasyon ve tıp amaçlı da faydalanıyorlardı.Antik yunanda kullanılan şarkı türleri şunlardır:
DİTYRAMB: Dionysos’un onuruna söylenir. Koro şeklinde söylenir
ENKOMİON: Kahramanların onuruna söylenir.
EPİNİKİON: Galip gelen sporcu ya da dövüşçünün onuruna söylenir.
EROTİKON: Aşk şarkısı.
HYMENAİOS: Evlilik, düğün şarkısı.
HYMN: Tanrıya övgü.
HYPORCHEME: Tapınma sırasında dansla birlikte söylenir.
PAEAN: Apollo veya Artemis’in onuruna söylenir
PARTHENEİON: Bakire kadınlar korosu seslendirir.
SKOLİON: Şölen müziği.
THRENOS: Cenaze müziği.
Buraya kadar çeşitli kaynaklar, arkeolojik buluntular(resim, heykel v.s) ve araştırmacıların söylediklerinden yola çıkarak genel bir müzik ve müziğin doğuşu tanımı yaptık. Ama bunların net ve sarsılmaz kanıtlar olduğunu iddia edemeyiz.
Müziğin, dönemin ve yapıtın karakterini en iyi şekilde ortaya koyacak kanıtlar o yapıta ait nota ve ses kayıtları olduğuna göre asıl bakmamız gereken kalıntılar bunlar olmalıdır.
Müziğe bu bakış açısıyla baktığımızda bu araştırmalara kaynaklık edebilecek ilk kaynakların son 400 -500 seneye ait olduğunu, son zamanlarda da kullandığımız tam ve gelişkin nota yazısının ise 150-200 senelik bir geçmişi aydınlattığını görürüz.
Müziğin Mısır, Hindistan; Suriye ve Antik Yunan’da din etkisi altında geliştiği fikri ne kadar karanlık ve kanıtsız olsa da müzik araştırmacıları bu fikir üzerinde birleşmekte ve küçük nüans farklarına karşın hepsi de kiliseyi müziğin esas gelişiminde başlangıç noktası olarak kabul etmektedirler.
Çalınan ve söylenen müzik yapıtlarını yazılabilir hale getirmeyi ilk düşünen ve bunu kısmen de olsa muvaffak olan kişi Boethius (M.S 480-524)’tur. Alman ve İngilizlerin son zamanlarda dahi kullandıkları notalara harf isimi verilen (La) sesiyle başlayan gam bulmuştur.
A(LA)
B(Sİ)
C(DO)
D(RE)
E(Mİ)
F(FA)
G(SOL)
Ancak bu nota yazımı yalnızca yapıtları bilenlerin anımsamasına yarıyordu. Bunun için hangi çalgıların hangi perdesine, hangi parmakla basılacağını gösteren Neuma’lar ve Tablatura’lar ortaya çıktı. Fakat bu gayretlerde yetersizdi. Ritim, zaman değerleri, akort v.b teferruatlar elde olmayınca bu özel işaretler yapıtları bilmeyen birine ne yazık ki mana ifade etmiyordu. Neuma’ların bu yetersizliğini gidermek için portedeki çizgi sayısı önce 2, sonra sırasıyla 3-4 ve 5’e çıkarıldı. Artık harflerle her ses ve aralığı göstermek olasıydı. Geriye yalnızca notalara harflerden başka isimler vermek kalmıştı. Bunu da Guido D’arrezzo isimli bir rahip, çocuklara ilahileri daha kolay öğretmek için ”Guido’nun eli” olarak bilinen Latince bir duanın ilk sözlerinden istifade ederek geliştirdiği yolla halletti.
UT queant laxis (ut sonradan tu ve do olacaktır)
RE sonare fibris
Mİ ra gestorum,
FA muli tourum,
SOL ve polluti,
LA bi reatum,
SA nocte İohannes (sonradan Sİ olacaktır)
UT hecesi kulağa sert geldiği için ters çevrildi ve önce TU , sonra da bildiğimiz DO ismini aldı.
Kilise, ibadetlerde birlik ve bütünlük sağlamak amacıyla (eğlence müziği ve din dışı müzik türlerini baskı altına almaya ve yasaklamaya çalışmasına karşın) müziğin insan ruhu üzerindeki tesirinin farkında olduğundan dinsel muhtevalı koro -orotoryo ve madrigal gibi müzik türlerinin gelişimini desteklemiştir.
Papa Gregor (M.S 540-604) bunu muvaffak olabilmiş ve bugün dahi Gregorien İlahileri (Makamları) adıyla bildiğimiz müzikleri ibadetlerde ortak müzik haline getirmiş, notaya aldırmış, Roma’dan tüm dünyaya yaymıştır.
Alcuin (725-804),Hucbald (840-930)ve Hoger gibi besteciler hem müzik yazısını, hem de tek sesli müziği ileriye taşıyan adımlarla çok sesli müziği geliştirip, kilisenin dışına taşıdılar.
Kilisenin yayılma siyaseti neticesinde Haçlı Seferleri yapılmış ve bu seferler sırasında Avrupa Doğu’yu görmüş ve oradan getirdikleri yeni fikirler, çalgılar, renkler, tınılar-felsefeler v.b. gezgin şarkıcılar (Minstrel’ler, Troubadur’lar ve trouveres’ler ) aracılığıyla dağılmıştır.
Adam de Halle (1220-1278)’ den Pierluigi de Palestrina (1524-1594) ‘ya uzanan müziğin gelişim kuralları bu tesirlerle o çağın en yaygın çalgısı olan org için yazılmış yapıtlarla XVII yy ikinci yarısına Ars Nova (yeni sanat) denilen sağlam esaslarla girilmesini sağlamıştır.
Madrigal, Virginal, Chanson, Lied gibi müzik türlerinin kilise tesiriyle dağılmasından sonra XVII yy da opera ve orotoryo gelişmiş Monteverdi, Cavalli, Cesti, Scarlatti operanın italyada ki liderleri olarak dikkat çekmişlerdir.XVII yy da müzik kilisenin dışına çıkınca çeşitlenmiş ve çalgılar gelişmeye başlamıştır. İlk konser salonlarının açılmasıyla müzik saraydan ve saray etrafından bağımsızlaşarak halka inmiş ve fiyatını ödeyen herkes tanınmış sanatçıları izleyebilmiştir. İlk gelişen çalgı keman olmuş ve üstün kapasitesiyle orkestralarda baş köşeye yerleşmiştir. Corelli, Somis, Torelli, Tartini, Vivaldi gibi bestecilerin elinde daha da değerlenmiş ve itibar görmeye başlamıştır. Sonat ve Konçerto formları da kemanla beraber gelişip son şekillerini almışlardır.
İLK ÇAĞ UYGARLIKLARINDA MÜZİK ( M.Ö.4000-M.S. 300 )
İlk çağ uygarlıkları içinde yer alan her toplumun kendine has bir müziği vardı. Ancak günümüze hiç biri gelememiştir. Anadolu’da kurulan Hitit, Frigya ve Lidya gibi uygarlıklarında müziğin dinsel merasimlerde bulunduğu bilinmektedir. 1859 senesinde Çanakkale yakınlarında bulunan ve M.Ö. 400 senesinden kalma çalgının, dünyanın en daha önceki ahşap çalgısı olduğu ileri sürülmektedir.
MEZOPOTAMYA’DA İLK ÇAĞ UYGARLIKLARI
Sümer, Akad, Ur, Babil ve Asur devletlerinde canlı bir müzik ortamı gelişmiştir. Tapınaklarda mesleği müzik olanlar ekseriyetle din adamlarıydı. Babiller, telli ve vurmalı çalgıların yanı sıra flüt ve Obua türünden çalgıları da kullanmaya başlamışlardır. Babiller, müzikte kullanılan aralıklarla mevsimler arasında irtibat kurmuşlar, mesela; ilkbahar-sonbahar arasında 4’lü aralığına, ilkbahar-kış Aralığında 5’li, ilkbahar-yaz arasında 8’li aralığına eş saymışlardı.
MISIR
M.Ö. 2800-2160. Daha önceki Devlet döneminde Saray ve tapınak müziği ile halk müziği birbirinden ayrılmıştır. Müzikte perde şuurunun gelişmesi, hecelerle adlandırıldığını ilk sefer Mısır’da görmekteyiz. Orta Devlet safhası M.Ö. 2160-1580 seneleri arasındaki dönemi kapsar. Kazılarda bulunan flüt kalıntıları Mısırlıların büyük aralıklı gamlar kullandığını göstermektedir. Çalgılar daha gelişmiş, değerli gereçlerden yapılmıştır. Yeni devlet safhasında ise ordu müziği canlandı, metal ziller, davullar ve deniz kabuklarından zillerle zenginleştirildi. Geç dönemde ise kadın müzikçiler değişik bir dans ve eğlence müziği geliştirdiler. Daha önceki çağlara ait 9 telli lir, büyük defter, çıngıraklar, bugünkü darbukaya benzeyen davul türleri, Anadolu kaşıklarına benzeyen kastanyetler katıldı.
HİNDİSTAN
M.Ö. 3000 senesinde müzik 4 safhada incelenir: “Veda safhası”, Klasik safha”, “Ortaçağ”, “Modern safha”.
Klasik Safhada Bharata tarafından yazılan 5. Veda kitabı Natyaveda’da eski vokal müzik örnekleri görülür. Tek sesli vokal örnekleridir.
Hint makamlarını belirleyen “Raga” sistemi ile usulleri belirleyen “Tala” isimli ritmik sistem geleneksel Hint müziği içindeki yerini alır.
ÇİN
Çin kültünün ilk aşaması tarih öncesi çağlardan başlayarak Şang ve Çu sülalelerini kapsar. Kazılarda Şang sülalesinden kalma iyi korunmuş çanlar, çıngıraklar, Çu sülalesinden kalma çalgı kalıntıları bulunmuştur. Çin müziğinde ana ses “FA” dır. 5 ses düzeni vardır ve hiçbir nota bir diğerine bağımlı değildir. Eski Çin çalgıları; davul, zil, sistron, bambu flüt, ağız orgu, çeşitli gonglar ve çanlardan oluşur.
ESKİ YUNAN VE ROMA
Çağımız uygarlıklarının köklerinin büyük ihtimalle eski Yunan uygarlığına dayandığı kabul edilir. Aristo’nun talebesi Aristokseros’un liderliğiyle ritim ve ezgi kuralı tespit etmiştir. Okullarda müzik, dilden ve matematikten önce gelmiş, çalgı çalmak 30 yaşına kadar mecburi tutulmuştur. Yunan müzik kuramı, notalar, aralıklar, makamlar, dizi sistemleri, perdeler, modülasyon ve melodik kompozisyon olarak 7 başlık altında toplanır. Çalgı müziğinde parmak işaretlerinin bulunması “Tabulatur” yazısının orijinini gösterir. Romalılar “modları” Yunanlılardan almışlardır.
ORTAÇAĞ MÜZİĞİ
Ortaçağ çoksesliliğin gelişmesine ve uluslararası sanat müziğinin doğmasına şahittir. Kilisenin papazları kilise içine çalgısal müziğin girmesini yasaklamıştı. Müzik tek sesli, Tanrıya adanmış, duaları kolay ezberletmeye yarayan bir araçtı. Boethius, bir müzik yazısının yaratıcısı olarak bilinir. Latin alfabesinin A’dan P’ye kadar 15 harfi kullanılıyordu. A sesi LA, B sesi Sİ, C sesi DO’ya karşılık geliyordu. Bugün Almanya, İngiltere gibi ülkelerde sesin harflerle gösterilme kuralı Boethius yazısına uzanmaktadır. Papa Gregorius (M.S. 540-604) kiliselerdeki dinsel ezgileri yeniden düzenledi. Böylelikle kilise müziği repertuvarı oluştu.Eşliksiz, ölçüsüz, serbest ritim kullanılan ve Latince sözlere dayanmıştır. Ayrı olarak Gregorius, Ambrius’un 4.yy’da düzenlediği ve adına “autentique” dediği 4 kilise makamına 4 makam daha ilave etmiştir. Bunlara plagal makamlar denir.
ROMANESK DÖNEM (1000-1150)
Avrupa’da çok sesliliğe giden yolda temel adımlar atılmıştır. Boethius harf sistemiyle başlamıştır. 11.yy’dan neumalar dizelerin ilk örneği sayılabilecek çizgiler üzerine yazılmaya başlanmıştır. Rahip Guido 1030 senesinde Elinin parmaklarındaki girinti ve çıkıntılarla metnin ilk hecelerini yazar. Nota ve dizek kavramını müzik tarihine getiren kişi Guido d. Arezzo’dur.
Romanesk dönemin bir diğer özelliği ilkel çok seslilik dediğimiz “Organum”dur. Bu dönemde, dinsel müziğin en olgun ve ergin biçimi Katolik kilisesi merasimlerinde yer alan ayin müziği “missa, messe” idi.
GOTİK DÖNEM (1150-1460)
Bu dönemde şövalyelik anlayışı değişir. İnce duyguların, sevginin bulunduğu bir biçime dönüşmüştür. Avrupa derebeylerinin şatolarında ozanlar yavaş yavaş kilise baskısından kurtularak, dünyasal konulu ve hayat sevinciyle yüklü ezgiler ortaya koymuşlardır. Gregorius müziğinden uzaklaşmış ve kullandıkları modlara gittikçe yarım sesleri, bilhassa fa diyez ve do diyezi sokmuşlardır. Tüm Avrupa’da Sokak şarkıcıları türedi. Bunlar çalgılarında ustaydılar. Çok seslilik 3 aşamada gerçekleşir;
Notre Dame Dönemi
Eski Sanat Dönemi
Yeni Sanat Dönemi
RÖNESANS
Rönesans Orta çağ döneminin çözülüp Yeni çağı oluşturacak düşüncenin belirmeye başladığı dönemdir. Kilisenin bağnaz baskısından kurtulmaya çalışan insan, bu dünyanın yalnız ölümden sonrası için hazırlık aşaması olmadığını, bugünün yaşanması gerektiğini anlar. Rönesans ile başlayan yaşam sevinci ile oluşan danslar ve danslarda da çalgılar artar. Çalgılar yalnız eşlik etmekle kalmaz, vokal müzikten bağımsız bir çalgı müziği gelişir. Martin Luther’in, kilisenin müzik dünyasına en ehemmiyetli katkısı “koral” isimli ilahi biçimini geliştirmek olmuştur. 15.asrın ikinci yarısı müzik tarihinde “Geç Rönesans” veyahut “Altın çağ” olarak bilinir. Bu dönemde İtalyan besteciler müzikte egemenliği ele alırlar.
RÖNESANS MÜZİĞİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ
Vokal polifonik stil doruğa erişir.
Din dışı müzik daha çok ehemmiyet kazanır.
Bağımsız bir çalgı stili kendini gösterir.
Müzik yayıncılığı doğar.
ÇALGILARI
Obua, Klavsen gibidir. Klavsen 18.yy da Piyanoya dönüştü. Blok flüt çağdaş flüte dönüştü. Lavtanın yerini gitar aldı. Bakır nefesliler yetersiz ve gelişmemişti. Fantasia ve prelüde gibi çalgı formları vardı.
NOTASYON
Bugünkü nota yazımı 17.yy başlarında gelişti.
ÇALGI MÜZİĞİ
Çalgı metotları yazılmaya başlandı. Rönesans’ın en gözde çalgısı, doğu orijinli çalgı terimi olan “Lavta” veyahut “Luth” dur. İlk çalgı ustaları (virtüöz) lavtacılardır. Bu sayede telli çalgı üslubu gelişmiştir.
BAROK DÖNEM MÜZİĞİ
BAROK DÖNEM, 1600 ile 1750 seneleri arasında İtalya’daki opera tecrübeleriyle başlamış, J.S.Bach’ın ölümüyle bitmiş ve tüm müzik türlerinde günümüze kadar kalıcı olan değişikliklerin oluşmasına kapı aralamıştır.
Barok müzik, bir döneme ismini vermekle beraber mimari başta olmak üzere diğer pek çok kategoride de değerlendirilebilmektedir. Barok Portekizce barroco (düzgün olmayan inci) kelimesinden gelmektedir. Mimarlıkta, deniz kabuklarına benzer eğimlii bezemelerden olan, 17. asırda kısmen de 18. asırda Avrupa’nın bilhassa Katolik ülkelerine (İtalya, İspanya, Portekiz, Avusturya, güney Almanya, Belçika) ve Latin Amerika’ya dağılmış olan üslup olarak göze çarpar. Barok sözcüğü yalnızca 17. asırdaki genel tutumu nitelendirmekle kalmamış, Helenizm ile Gotik’in geç dönemlerindeki bir takım belirtilerin anlatılmasında da kullanılmıştır.
Furetiére’in 1690′da hazırladığı Fransız dilinin ilk sözlüğüne göre “barok”, “tam yuvarlak olmayan incileri anlatmakta kullanılan bir kuyumculuk terimi”dir. Saint-Simon 1711′de “garip ve rahatsız edici bir düşünce”yi anlatmak için barok sözcüğünü kullanmıştır. Fransız Akademisi sözlüğü de 1694′teki ilk baskısında Furetiére’in tanımlamasını olduğu gibi benimsemiştir. 1740′taki baskı ise mecazi manası benimsiyordu: gayri muntazam, garip, eşit olmayan. Jean Jacques Rousseau’ya göre “barok müzik, armoninin açık seçik olmadığı, modülasyonlar ve uyumsuzlukla dolu, entonasyonları güç ve hareketi zor olan müziktir”. Yapı sanatı konusunda ilk tanımla 1788 seneninde “Encyclopédie méthodique”te karşılaşılmaktadır: “mimarlıkta barok, garipliğin bir nüansıdır”. Öyle anlaşılıyor ki bu isim, dönemin başlangıcında resim ve heykel çalışmalarındaki değişikliklere gösterilen şaşırmış tepki neticesi çıkmıştır.
Rönesans dönemi, tüm sanat dallarında sadelik, temizlik ve saflık dürtülerini güçlendirmesine ve duyguları daha yumuşak bir anlatımla dile getirmesine rağmen, özellikle müzik alanında, daimi kullandığı tekdüzelikten dolayı gittikçe sıkıcı olmaya başladı. O kadarki, Rönesans dönemi bestelerinin en bariz özelliği çalgıların aynı anda başlayıp aynı anda yapıtı bitirmeleri olarak anlatılabilir.
Barok dönemle birlikte, müzik “kontrast” kavramı ile tanışır. Aynı tınılardaki çalgılar birbirleriyle savaşırcasına, birbirleri ile karşıtlık oluşturarak yapıtta yerlerini alırlar. Klasik Dönem sanatçıları bile, her ne kadar Barok dönem yapıtlarını karmaşık, süslü, zevksiz ve mübalağalı olarak adlandırsalar ve “Barok” kelimesini aşağılayıcı anlamda kullansalar da kendi kullandıkları ve günümüze kadar uzanan bir çok armoni kuralını bu dönemin ustalarından öğrenmişler ve yer yer kopyalamışlardır. 150 seneye dağılan bir süreci etkileyen Barok akımı, bir takım müzik tarihçilerine göre 2, kimine göre 3 aşamalı bir dönemdir. Ancak herkesin kabul ettiği ortak düşünce ise son zaman “Olgun Barok” Johann Sebastian Bach’ın tesiri altında geçmiştir.
Barok müziğinin yapısında en bariz özellik, müzik de “kontrast”lar kullanılması olmuş ve bununla beraber konçertolar devri başlamıştır.
Müziksel ifadeyi güçlendirmek için kullanılan ses düzeyinin alçalıp yükselmesi Barok dönemde keşfedilen ve gelişen işaretlerle başlar. Ortaçağ ve Rönesans’ta ses şiddeti, hep aynı düzeyde kullanılmaktaydı. Barok dönemde “Piyano – düşük ses” ve “forte – gür ses” terimleri ile yapıtlarda ses şiddetinin önemi ve katkısı görülmeye başlar.
Barok dönemin bir diğer yeniliği bu döneme kadar olan müzikal yapıda bulunmayan ve yapıtın başka bir bölüme geçeceğini veya bittiğini belirten bir olgunun kullanılmasıdır. Yapıtlarda kapanışlar ve geçişler daha kuvvetli bulunur.
Kontrastlar üzerine kurulan Barok müzikte ritmik yapıda da büyük gelişmeler olur. Rönesans’tan Barok müziğe sıçrayan metine bağlı müzikal anlatım, konuşma dilindeki vurguların mübalağa edilmesine kapı aralar. Barok dönemde doğan Opera ve kantatlar son zamanlarda de aynı kaideye bağlı kalınarak mübalağalı bir dilde seslendirilirler. Barok dönemle birlikte çalgı müziği büyük ilerleme gösterir. Solo çalgılar için bestelenen eserler çoğalır. Ses müziği ve çalgı müziğinin birleştirilmesi de Barok dönemde filizlenir. Eşlik görevi gören sürekli bas çalgıları ve insan sesi birleşir. Kontrast oluşturmak emeliyle eşlik çalgıları yeknesak hareket ederken, vokal hareketli ve süslü davranır. 16.asrın bitmesiyle birlikte İtalyan besteciler madrigal ismini verdikleri, şiirler üzerine yazdıkları çok sesli müzikler üzerine yoğunlaşmaya başladılar.
Monteverdi’nin opera yapıtları ve madrigalleri, barok dönemin ilk vakitlerinin doruk noktası olmuş ve daha sonra gelecek müziğe öncülük etmiştir. Dinsel bir tema üzerine heyeti dramatik yapıtlar olan oratoryolar, kökünü Roma’dan alırlar. Avrupa’ya dağılması ise Alman-İngiliz bestekar George Frederic Handel sayesinde olmuştur. Bugüne kadar gelmiş geçmiş en önemli oratoryo olan Messiah oratoryosu G.F. Handel tarafından İngiltere’de bestelenmiştir. (1741). Sonat, kendini barok dönemin ilk vakitlerinde bulmuş bir başka müzik tarzıdır. İtalya’da sonat, yavaş ve hızlı dans parçalarından oluşan yapıt veya yavaş-hızlı kontrastlarıyla gelişen eserlere denir(daha sonra bu tarz kiliselerde kullanıldı). Arcangelo Corelli gibi her iki tarzda da müzik yapan besteciler olmuştur. İtalya’nın dışında süit isimi verilen dans parçaları yaratılmaya başlandı. Süitler de büyük bir gelişimin habercisi olsalar da, sonatlar kadar önemli bir kilometre taşı değillerdi. Süitler, kantatlarda olduğu gibi tek bir çıkış noktasından hareketle iki veya üç bölümlü forma erişirdi (sözgelimi Domenico Scarlatti’nin klavye sonatları gibi), Bach’ın bestelediği birden çok formlu eserler gibi. İlk sonatlar, ya tek bir enstrüman ya da küçük bir grup için yazılırdı.
17.asrın sonlarına doğru(barok dönemin ortaları), bu sonat formu konçerto Grosso şekline dönüştü. Solist grup ise çoklukla concertino (iki keman ve continuo) olurdu. Daha sonra ise konçerto vaziyetine dönüştü. Bach’ın Brandenburg Konçertoları konçerto Grosso stilinin bu dönemdeki en iyi örneklerinden kuşkusuz birisidir. Ayrıca en az Bach’ın olduğu kadar, Antonio Vivaldi’nin solo konçertoları da bu dönemin en önemli örneklerinden oldu.
Sonat, konçerto ve vokal formları gelişiminin ortalarında, barok dönemin bir başka ehemmiyetli özelliği ortaya çıkmaya başladı: Tonalite. 16.asrın ortalarında daha önceki kilise modları, yeni anahtar bağları konseptiyle yer değiştirmeye başladı. Barok dönemle birlikte besteciler bir anahtardan diğerine atlamaya başlamıştı.
Giderek, anahtarlar arasında ki bağ ve geçişler bir sistem halini aldı. Bach’ın İyi düzenlenmiş Klavye(Well-tempered clavier) isimli eseri bu bağı anlamak için iyi bir örnektir. Bu eser ayrı olarak bir başka iki önemlii barok özelliği yapısını içerisinde barındırmaktadır: Prelüd ve füg.
Barok dönemin en gözde çalgıları klavsen ve harpsikort’tu. Bunlar seslerin hafif veya kuvvetli çıkmasına imkan sağlamayan bir düzeneğe sahiptiler. Oysa barok dönemde gelişen, müzikal anlatımı güçlendiren müzik simgeleri ve o dönemde ihtiyaç duyulan hafif ve kuvvetli çalımlar ehemmiyetli bir öğe halini almıştı.
Barok dönemde icat edilmesine karşın dönemin bestecileri piyano için eser yazmazlar. Klavsene göre cılız bir sese ve sert tuşeye sahip piyanoya eser veren ilk besteci Muzio Clementi’dir. 1773’de daha on sekizindeyken piyano için üç sonat yazmış, çalgıyı popüler hale getirmiştir. Bach gibi tanınmış Barok dönem bestecilerinin günümüzde piyanoda çalınan eserleri aslında piyano için yazılan eserlere pek rastlanmaz. Dolayısıyla “piyano” ve “forte” gibi nüanslar ve “staccato” gibi çalım tekniklerinin hiç biri o dönem yazılan piyano eserlerinde yoktur veya çok azdır.
Bütün bu değişiklikler birbirlerine paralel olarak geldi ve barok dönemi oluşturdular. Eski kaidelerden ve polifonik takıntılardan kurtulmak, yeni bir tarz yapma gereğini doğurdu. Bu da, kadanslar veya armonik geri planlar üzerine doğal olarak solistlik yapan, melodiyi ortaya çıkardı. Bu armoniler içinde sequence(zincirleme)’i getirdi ve tüm bu armonik gelişimler bir yandan da ritmik gelişmeleri doğurdu. Bas bölümleri, Orta Avrupa dans müziğinin tipik ritimleriyle kaynaştı ve tüm bunları barok müzik yaptı.
Barok dönem çağdaş müzikal dilin gelişiminde şüphesiz en önemli kilometre taşı olmuştur. Bu 1,5 asır içerisinde, müzikal formlar değişip geliştikçe bir yandan da daha sonrasının ve bugünün müzik standartlarını belirlemeye başlamıştı. Tonalite ve akor tonlaması çok büyük önem taşımaktadır. Bir başka önemli özellik ise müziğin, bu dönemde üniversal bir dil taşımaya başlaması, ulusallıktan çıkıp tüm Avrupa ve dünyaya seslenmesidir.
ROMANTİK DÖNEM MÜZİĞİ
Aslında müzik sanatındaki romantizm, bugün kullanılan romantiklikten, Chris de Burgh’ün müziğinden ve Kenny G’nin sololarından farklıdır. Müzikte “romantizm”, doğru bir şekilde, 19.asrın başlarından 20.asrın başlarına kadar yapılmış olan müziğe denir.
19.asırla beraber besteciler yapıtlarını yazarken romantik romanlar ve dramalardan etkilenmeye başlamışlardı. Bu bilhassa opera ve senfonik şiirlerde dikkat çekiyordu. Bu dönemdeki sanatın sosyolojik yapısına baktığımızda bunun tüm sanat dallarını etkilediğini görüyoruz. Sözgelimi, Scott’ın tanınmış romanı The Bride of Lammermoor(1819), 1821 senesinde Fransız ressam Delacroix’nın bir tablosuna konu olurken, 1836′da Donizetti tarafından opera yapıtı haline getirilmiştir. Genel manasıyla sanattaki romantizm akımının bir hayli teması müzikte de yerini almıştı (natüralizm, idealizm, nasyonalizm gibi).
Romantik dönem müziğinin, klasik müziğe göre getirdiği birçok yenilik vardı: Uzun ve izah edici melodiler, renkli armoni, enstrümantasyon ve ritimdeki özgürlük ve esneklik bunun en önemlileriydi. Ancak müzikal formda çok fazla bir yenilenme sözkonusu değildi. Dönem bestecilerinin en ehemmiyetli özelliklerinden ikisi; evvelki dönem müziğine duyulan saygı ve ara ara bunun nostaljik hatırlama duygularının ötesine geçmesi ve o vakte dek konulmuş katı müzik kaidelerine harfiyen uyulmaya çalışılmasıdır. L.V. Beethoven dünyanın ilk romantiği olarak kabul edilir ve hem klasik hem romantik dönem bestecisidir. Onu izleyen Ludwig Spohr, Carl Maria Von Weber ve Franz Schubert gibi bestecilerse romantizm ilk jenerasyonudur. 1803-1813 seneleri arasında doğan Hector Berlioz, Frederic Chopin, Mikhail Ivanovich Glinka, Franz Liszt, Felix Mendelssohn, Robert Schumann, Giuseppe Verdi ve Richard Wagner gibi besteciler ise ikinci kuşak romantiklerdir.
Bir hayli sanat tarihçisi romantizmin 1850 senesinde bittiği ile ilgili hemfikirlerdir ancak müzikteki romantizm hemen hemen bir yarım asır daha sürmüştür. Liszt ve Wagner’in müziği formunun genişlemesi, armonik yapıları ve enteresan orkestrasyonlarıyla gelecekteki müziğin ilk sinyallerini verirken Schumann gibi besteciler de Johannes Brahms’ın devam ettireceği klasik formlardan vazgeçmiyordu. Bu iki kontrast kendilerinden sonra gelen Antonin Dvorak, César Franck, Camille Saint-Seans ve Peter Ilyiç Tchaikovsky gibi bestecileri etkiledi ve her iki değişim ve dönüşümde de bulundular. Mesela Tchaikovsky’nin sonatları ve senfonileri Schumann ve Brahms’ın formundayken, senfonik şiirleri Liszt etkileşimlidir.
Diğer taraftan milliyetçi besteciler de vardı ve bunlar kendi folk müziklerini yapıtlarının içine her fırsatta entegre etmeye çalışıyordu veyahut Modest Mussorgsky, Bedrich Smetana gibi besteciler çıkıp kendileri özgün bir folk formu yaratıyordu.
İkinci romantizm akımının başlangıç seneleri olan 1890′lara Bruckner, Brahms, Franck ve Tchaikovksy gibi 4 önemli romantik can vermişti. Post-romantik olarak da adlandırabileceğimiz Gabriel Faure, Eduard Grieg, Gustav Mahler ve Nikolai Rimsky-Korsakov gibi besteciler vaktin çağdaş müziğinden aldıkları direk etkileşimi romantik müzik formuyla sunuyorlardı. Diğer taraftan “saf” romantikleri izleyen besteciler de vardı. Hugo Wolf Wagner’in, Scriabin Liszt’in ve Max Reger’de Brahms’ın müzikal yapısıyla müzik vermişlerdi. Post-romantik akımın önde gelen isimleri arasında Sergei Rachmaninoff ve Richard Strauss gibi gelenekçi neo-romantiklerin yanı sıra Claude Debussy, Charles Ivess, Leos Janacek, Maurice Ravel ve Arnold Schoenberg gibi 20.asır klasik batı müziğini oluşturmaya başlayan isimler de vardı.
ÇAĞDAŞ DÖNEM MÜZİĞİ
Bu dönemi adlandırmada genel kabul görmüş bir terim yoktur. Modern Müzik veya 20. Yüzyıl müziği gibi adlandırmalar yapılabilirse de bu isimlendirmeler bilhassa ikincisi dönemin ortalarında yaşamış olan Rachmaninov, Sibelius ve R. Strauss’ u da kapsadığından uygun olmayabilir.Yeni müzik terimi bu müzik türünün felsefesini ve 19. Asır romantizmine karşıt olan arayışları daha iyi tanımlayacaktır.
Yeni müzik Alman Avusturya romantizmine ve onun temsil ettiği her şeye bir baş kaldırıyı simgeler. Değişik besteciler değişik tekniklerle başarılı örnekler oluşturmuşlardır. Bu müzik türünde Empresyonizm, Romantizm veyahut Barok dönem de olduğu gibi belli bir stil veyahut kalıp yoktur. Besteciler belli bir tekniğe bağlı kalmak yerine birini tecrübe ettikten sonra bir başkasına geçmekte bir mahzur görmemişlerdir.
Başkaldırış yapıt isimlerinde da kendini göstermektedir. Buna örnek olarak Erik Satie’nin “Like a nightingale that has a toothache” ve Trois Morceaux’ un “Three pieces in the form of a pear” gösterilebilir. Bunlar son asrın romantik başlıklı senfonik şiirlerine bir tepki olarak görülmektedir.
1.Dünya Savaşı sonrası bir takım bestecilerin yapıtlarında caz esintileri de görülür. Örn: Stravinsky “Ragtime” 1918, Copland’ın “Two Blues”1926.
Bilimdeki gelişmelere paralel olarak radyo konser salonlarına gidemeyen milyonları dinleyici haline getirmişti. Randall Thompson’un Süleyman ve Belkıs operası radyo istasyonları tarafından telif ödenerek yayınlanmıştı. 1929’dan itibaren sesli çekilmeye başlayan sinema filmleri bestecilere yeni olanaklar yaratmıştır. Fonograf’ın buluşu ile dünyanın en izole bölgelerinde dahi insanlara müziği istedikleri repertuarla dinleme olanağı yaratmıştır. Son olarak Televizyon kitle iletişimini en üst düzeye çıkarmıştır.Çağdaş bestecilere birkaç örnek vermek gerekirse aşağıdaki isimleri sayabiliriz.
JOHN CAGE
Klasik müzik eğitimi görmüştür. Batı müziğinin ve ferdi anlatımın dışına çıkmak emeliyle Cage müziğinde teyp, plak kayıtları ve radyodan da istifade etmiştir. Müziği oluşturan bütün etkinliklerin tek bir tabii sürecin parçası olduğu neticenine varmıştır.
Emeli dinleyicilerin kulaklarını süzgeç gibi değil huni gibi kullanmaya özendirmek, bestecinin seçtiği seslerle kanaat etmeyip ortamda ses yerine ne varsa idrak etmelerini sağlamaktı. Buna erişmek için müziğinde belirlenmemişlik ilkesini gerçekleştirdi. Rastlantısallığı sağlamak ve böylelikle yorumcunun şahsi beğenilerinin araya girmesini önlemek emeliyle çeşitli yollara müracaat etti. Mesela yorumcu sayısını ve çalgı türlerini evvelce belirlememeyi, seslerin ve bölümlerin uzunluğunu tespit etmemeyi, uyulması zaruri nota yazımından kaçınmayı ve bölüm sıralamasında rastlantısallığı savunmayı tecrübe etti.
Cage’in en bilinen eserleri, yorumcunun hiçbir şey çalmadığı Dört dakika otuz üç saniye 1952,rastgele istasyonlara ayarlanan 12 radyo 24 yorumcu ve bir orkestra şefi için Düşsel manzara No:4 1951, sonatlar ve interlüdler1946-48,Fontana Mix1958, Ucuz taklit1969 sayılabilir.
BELA BARTOK
Macar bestekar 22 yaşındayken 1848-49 devriminin önderi ve Ferenc’in babası Lajos Kossuth’un hayatını anlatan senfonik şiirini yazdı. İlk çalınışında Avusturya ulusal marşının karikatürize edilerek seslendirilmesi bir skandala yol açtıysa da çok beğenildi. Opus 7 Birinci Dörtlüsünde(1908-09) bir oranda duyumsanan halk müziği tesiri sonrakilerde tümüyle özümsenmiş ve eserlerinin içinde erimişti. Opus 17 İkinci Dörtlü (1915-17) Bartok ‘un Kuzey Afrika’ya yaptığı derleme gezisini yansıtan Arap motifleriyle süslüydü. Üçüncü ve dördüncü dörtlülerde1927-28 daha yoğun ses uyuşumsuzluğundan istifade edilmişti. Beşinci1934 ve altıncıda 1939 ise tekrar geleneksel armoniye dönüldüğü gözleniyordu.
Meslek hayatının başında Fransız tesirinde kaldığı için erken dönem eserlerinde politonalitenin bazı belirtileri görülür. Fakat daha sonraları bu malzemeden faydalanmadı. Onun yerine Doğu Avrupa en çok da Macar ve Rumen halk üsluplarını araştırdı. Müziği her ne kadar armoni açısından yoğun ve karmaşıksa da kökünü halk müziğinin modal dizilerinden dikkatle seçilmiş armonilerden kurulu bir tonaliteden alıyordu.
Bartok 2 Kasım 1936 da Türkiye’ye geldi. İstanbul Belediye konservatuarı arşivinde çalışmalar yaptıktan sonra 4 Kasım 1936 da A. Adnan Saygun ile birlikte üç konferans verdi. Gene Saygun ile birlikte Adana’nın Osmaniye kazası Toprakkale ve Çardaklı köylerine gittikçe göçerlerin müziğini taş plaklara kaydetti.
Müziği ve tutumu Nazilerle ittifak halinde olan Macar Yöneticilerin ve Kilisenin reaksiyonunu uyandırmış ve vatana ihanetle suçlanmıştır. Çoğu Musevi olan birtakım ehemmiyetli bestecilerin eserlerinin Nazilerce yasaklanması üzerine Goebels’e bir mektup yazarak kendisinin de aynı listeye alınmasını eserlerinin Almanya ve ona bağımlı ülkelerde çalınmasına müsaade etmediğini bildirdi. 1939 da Ahmet Adnan Saygun’a yazdığı mektupta ülkesinden ayrılmaya kara verdiğini ve Türkiye’de çalışabileceğini söylediyse de müracaatı cevaplanmayarak Türkiye’ye gelmesine imkan verilmedi. Bunun üzerine ABD’ye gitti.
Eserlerinde Stravinski gibi aksak usulü kullanan Bartok müzikte o vakte dair Bulgar ritmi olarak adlandırılan bu ritim için Rumen etnomüzikolog Constantin Brailoui ile birlikte Türkçedeki aksak terimini önermiş ve bunu müzikolojiye yerleştirmiştir.
IGOR STRAVINSKY
Rus asıllı besteci 1 Dünya Savaşı Senelerinden başlayarak daimi Rusya dışında hayatı özellikle Ateş Kuşu 1910,Petruşka 1911, Bahar Ayini 1913 ve Orpheus 1947 gibi bale müzikleriyle ünlenmiştir.
Stravinsky,20. Yüzyıl müziğine büyük katkıda bulunmuş, kendine has eleştirel tutumu özellikle ölçü, tempo, ses gürlükleri açısından ehemmiyetli sonuçlar doğurmuştur. Bileşik ölçülü asimetrik kalıpları araştırmış, müzik tümcelerinde kullandığı figür ve motifleri uzatarak veya çıkararak simetrik cümleleme geleneğini yıkmıştır. Müziğe yine kazandırdığı şaşmayan vuruş duygusu bir hayli bestesinin dansa uygun düşmesine sebep olmuştur.
ARNOLD SCHONBERG
Avusturya asıllı ABD li bestekar. On iki ton müziğinin yaratıcısı,20. Asrın en etkilii öğretmenlerinden biridir.
1899 da yazdığı “Aydınlık gece” isimli yaylı çalgılar altılısı sanat hayatında önemli bir adımdır. Richard Dehmel’in aynı isimli şiirinden esinlenen bu romantik eser yaylı çalgılar altılısı için yazılmış ilk programlı müziktir. Bütünlüğü müzik dışı bir öykü veyahut imgeye dayanan yapısı ve armonileri yüzünden Viyana’daki tutucu program komitelerinin reaksiyonunu çeken eser ancak 1903 de seslendirildi ve bu sefer dinleyicinin reaksiyonuyla karşılaştı. Sonraları ise hem ilk biçimiyle, hem de Shoenberg’in yaylı çalgılar orkestrası için yaptığı tertip etmeyle bestecinin en sevilen eserlerinden biri oldu.
Belli bir döneme kadar bestecinin bütün yapıtları tonaldi, fakat armoni ve melodileri karmaşıklaştıkça tonalite ehemmiyetini yitirmeye başladı. 19 Şubat 1919 da tonal kompozisyon düzeninden tümüyle yoksun ilk yapıt olan Opus11 No:1 piyano konçertosunu bitirdi.
Zengin armoni ve melodi olanaklarını değerlendirmesine yardımcı olacak yeni bir bütünleştirici ilke aradığı bu dönemin nihayetinde yalnızca birbiriyle irtibatlı on iki ton kompozisyon yolunu buldu. Temmuz 1921 de bu türün ilk örneği olan Opus12 Piyano süitine başladı.
Karşılaştığı bütün muhalefete karşın 1. Dünya Savaşı sonrası Shoenberg’in müziği artan ölçüde övgü topladı ancak besteci yaratıcı çalışmalarının olanak verdiği elektronik müzik devrimini görecek kadar yaşamadı.
AARON COPLAND
Copland’ın besteci olarak gelişimi: Dönemin belli başlı eğilimlerini ortaya koyan ve ilk başta müziğinde caz ritimleri kullanan besteci daha sonra Stravinsky’’in yeni klasik tutumunun tesirinde kalmıştır. Kendisinin, ses gürlüğü “sonorite” itibariyle daha idareli, doku bakımından daha denetimli olarak tanımladığı soyut bir üsluba yöneldi. Bu yöneliş Copland’in sanatındaki en randımanlı dönemin açılmasına kapı araladı. Copland ayrı olarak radyo, fonograf ve sinema gibi yeni iletişim araçlarıyla modern müziğe yatkın bir seyirci kitlesinin de yaratıldığını farkındaydı. 1930 lardan sonra geniş bir dinleyici kitlesine seslenebilmek emeliyle müziği kolaylaştırma gayretlerine katıldı.
EDGARD VARESE
Fransız asıllı ABD li besteci ses imalat tekniklerinde yaptığı yeniliklerle tanınır. Disonant ve temasız, ritim açısından da asimetrik olan müziğini uzaydaki ses cisimleri olarak tasarladı. Elektronik ses donanımından istifade etme fırsatını bulduğu 1950 lerin başlarından sonra da elektronik müziğe ağırlık verdi. Brüksel dünya fuarı için yazmış olduğu elektronik şiirde (1958) sesin 425 hoparlörle dağılmasını öngördü.
GUSTAV MAHLER
Musevi asıllı Avusturyalı bestekar.
Muasır müzik eleştirmenleri Mahler’in müzikteki değişim dönemini kuvvetli bir şekilde etkilemiş olduğunu kabul etmektedirler. Onun eserlerinde 20. Asırda kullanılan köklü yöntemlerin habercisi niteliğinde öğelere rastlanır. Bu yollar arasında ilerleyici tonalite (bir eserin başladığı tonaliteden değişik bir tonaliteyle bitmesi),tonalitenin çözülümü(kromatikliği veyahut o tonaliteye yabancı akorları daimi kullanarak tonalite duygusunu bulanıklaştırma),büyük orkestra içindeki solo çalgı grupları için iç içe örülü melodiler üzerine kurulmuş kontrapuntal bir yapıyı tercih ederek orkestranın tümünün ürettiği armoniden kopuş, temaları tekrarlamak yerine daimi değişen temalar kullanma, popüler üsluplardan ve günlük hayattaki seslerden (kuş, boru sesleri vb.)alay eden alıntılar yapma ve Liszt’in çevrimsel biçim’inden(bir eserdeki temaların başka eserlere aktarılması) ustalıkla istifade eden teknikleri benimseyerek senfonide biçim istikametinden yeni bir birlik sağlama sayılabilir.
Sanatının şahsi içeriğini ise en çok çağının hak ve özgürlüklerden yoksun insanının tinsel çalkantısını başka rastgele bir besteciden çok daha fazla yaşamış olması etkilemiş, bu da onun kişiliği ile müziğini özdeşleştirmiştir. Gustav Mahler müzik tarihi içerisinde çok önemli yere sahip bir bestecidir.
Kaynak: http://hayalsahnesi.com.tr